Türk Felsefe Bilim Tarihinin Seyir Defteri (Bir Önsöz)

Türkler'in 1040'da siyasî bir güç olarak dahil oldukları İslam medeniyeti yaklaşık 400 yaşında bir medeniyetti. Hem siyasî hem de aklî açıdan parçalanmış bu medeniyette, merkez-çevre ilişkisini esas alarak, operatif-kalkülatif-regülatif zihniyetleri ve düzen ile süreklilik hassasiyetleri çerçevesinde bilgi ile eylemi, akıl ile adaleti yeniden tesis eden Türkler, hem dünya görüşüne hem de dünya tasavvuruna dahil oldukları bu medeniyet içerisinde kurdukları medreselerle bir yandan Türk boylarının yeni dahil oldukları medeniyetin vicdanî, hikemî ve irfanî birikimini özümsemelerini; yazılı kültürün varlık, hukuk ve devlet, kısaca nazarî düşünme bilinci kazanmalarını sağladılar; diğer yandan da bütün bir İslam coğrafyasında hem yatay hem de dikey boyutta ortak bir dili ve bu dili konuşan ortak bir aklı kurdular. Bir ortak/üst dil'in inşası için öncelikle Varlık kavramında, daha sonra Varlık'a ilişkin elde edilen bilginin ifadesi'nde ortak bir çerçeveye ulaştılar. İbn Arabî irfanî sistemi, Varlık'ın/Tanrı'nın tenzihî ve teşbihî tasavvurunu, her birinin yerini ve değerini muhafaza ederek, üst bir Varlık/Tanrı tasavvurunda biraraya getirdi, böylece ortak-bir-metafizik imkanı yarattı. Üst-dil/ortak-dil ise, Gazalî'nin süzgecinden geçen İbn Sinacı tefekkür anlayışı içerisinde, Fahreddin Razî'nin katkılarıyla, Necmeddin Kazvinî ile Sıraceddin Urmevî tarafından telif edildi. Bu dil, özne ile nesnenin karşılıklı konumlandırılışı esasına dayanır. Varlık'ın büyüden ve ara-varlıklardan (ilahlar) arındırılması şeklinde özetlenebilecek bir kelamî metafizik ilke üzerinde kurulan bu dil, nesnenin önermede tezahür edişi ile önermeler arası işlemleri inceler; böylece bir taraftan nesnenin ontolojik yapısını ortaya koyar bir taraftan da nesneye ilişkin bilginin elde edilmesi yollarını araştırır. Bu dil çerçevesinde, İbn Sina'dan başlayarak, İslam felsefe-bilim tarihinde farklı düşüncelerin birbirleriyle çatışan ve savaşan olmaktan çok birbirlerini tamamlayan bir yapı arz ettikleri söylenebilir. İslam-Türk felsefe-bilim tarihi, İbn Sina ile İbn Heysem'in genel çerçevesini çizdiği paradigmayı derinliğine tahlil etti, pek çok konuyu büyük bir vukufiyetle inceledi. Bu nedenle Türk düşüncesi, İslam düşüncesinin doğal bir devamıdır. Ancak bu devamlılık, taklid'e değil tahkik ve tedkik'e dayanır. Öte yandan medreselerin nesiller arası bilgi aktarımını mümkün kılmasıyla, nazarî bilginin toplumsallaşmasına, yaygınlaşmasına ve cemiyeti etkilemesine neden oldu, bu da sorunların problematik(sistematik) incelenmesine yol açtı. Bunun neticesinde ortaya çıkan sonuç şu cümleyle özetlenebilir: Türkler öncesi dönem İslam felsefe-bilim'inin maddesini, Türkler sonrası dönem ise suretini oluşturmaktadır; madde ve suretin nazmı ise, istikrar ve süreklilik içinde, Osmanlı döneminde tahakkuk ve taayyün etmiştir. Felsefe-bilim tarihinde yapılması gereken, belirli bir bilme tarzının tarihinin değil, whiggism'in tuzağına düşmeden bizatihi insanın bilme eylemi'ni, her kültür ve medeniyetin, kendi hayat küresi'nde Varlık'ı, Evren'i ve İnsan'ı nazarî idraki'nin tarihinin araştırılmasıdır. Bu nedenle Türk düşüncesinin muhtevasını idrak için her şeyden önce, bu düşüncenin varlığa geldiği tarihî bağlamı ve bu bağlamın hayat ilişkileri'ni anlamak gerekir. Öyleyse, kadim'in idraki için öncelikle bir tarih perspektifi ile bir medeniyet perspektifi'ne, ayrıca bir felsefe-bilim teorisi'ne sahip olunması gerektiği izahtan varestedir. Bu çerçevede incelenen dönemin bütününe ilişkin bir küre'nin inşası, idrak edilmek istenen konunun tarihî bağlama mutabık olması açısından zorunludur. Bu mutabakat da Türk felsefe-bilim tarihinin bir yazma eserler tarihi olduğunun unutulmaması ve araştırmalarda yazma kültürün mantığını göz önünde bulundurulmasıyla sağlanır.

İhsan FAZLIOĞLU

Yorum yazın

Yorum yapmak için giriş yapın.