Bir medeniyetin dengelerini muhafaza ettiğinin ve hayatiyetini sürdürdüğünün en önemli göstergesi, bilgi üretimini yönlendiren bir ilmî geleneğe ve meşruiyetini bu gelenekten alan bir ilmî önderliğe sahip olmasıdır. Herhangi bir medeniyetin, zaman ve mekan sınırlamalarının getirdiği geçici dalgalanmaları, sarsıntıları aşabilmesini sağlayan öncelikli şart bu özelliktir. Ekonomik atılımların ya da siyasî başarıların bu özellik olmaksızın sürekli olabilmesi mümkün değildir. İslam medeniyetinin son üç asırdır yaşayageldiği bunalımın kökeninde de bilginin kaynağı, kullanımı ve meşruiyeti meselesi vardır.
Bugün İslam dünyasının en önemli meselesi ne siyasî başarısızlık, ne ekonomik gerilik ne de askerî güç eksikliğidir. Belki de bütün bu yetersizlikler kendi içinde tutarlı ve süreklilik arzeden özgün bir ilmî gelenekten yoksun olmanın akisleridir. İslam medeniyetinin klasik dönemlerindeki ilmî gelenek ve müesseseleşme çözülmüş; bu süreç içinde boşluğu dolduracağı iddiası ile tebarüz eden akımlar da özgün bir gelenek oluşturmak bir yana, gerek kavramsal çerçeve, gerek metodoloji, gerekse bilginin sosyal meşruiyeti konusunda tutarlı bir çizgi dahî geliştirememiştir. Bu kaos dönemi içinde İslam medeniyetinin başta batı ile olmak üzere diğer medeniyetlerle olan münasebetleri ve hesaplaşmaları sathî bir düzlemde ele alınagelmiştir. Bugün gelinen noktada ciddî, sürekliliği ve kalıcılığı olan derinlemesine çalışmalara duyulan ihtiyaç daha da belirginleşmiştir.
İlmî gelenekler, insanoğlunun ulaştığı bilgi birikiminin belli bir dünya görüşü etrafında yeniden sistemleştirilmesi, tasnif edilmesi ve kurgulandırılması sonucu ortaya çıkarlar. Bu geleneklerin oluşum sürecinin ilk safhasında yerleşik gelenekler ile hesaplaşma sonucu özgün arayışların ve sentez çabalarının yoğunlaştığı dinamik bir dönem yaşanır. Bilginin epistemolojik değerinin yeniden tanımlandığı, kavramların tekrar anlamlandırıldıkları, metodolojilerin yeniden yorumlandıkları, bilgi disiplinlerinin yeni bir analitik ayrışmaya tâbi tutuldukları bu dönemlerde özgün arayışların yönlendirdikleri çeşitlilikler iklimi vardır. Zamanla bu çeşitlilikler iç tutarlılığı olan bir sistemleştirilmeye tâbi tutulur ve bu süreç içinde ilmî gelenek. eksenine oturur.
Çok yönlü düşünürlerin zihninde geliştirilen büyük ölçekli ve geniş kapsamlı ilmî çerçevelerin şekillendirdiği bu eksen bir kere oluşunca, gelecek nesiller için ihtisaslaşma ve yorumlama çabalarının yoğunlaştığı bir nakil ve yeniden üretme süreci başlar. Siyasi ve ekonomik zihniyeti de şekillendiren bu pekişme, ciddî bir yeniden sorgulama gerekliliği ortaya çıkana kadar sürer. Genellikle başka bir geleneğin meydan okuması ile ortaya çıkan bu gereklilik, yerleşik gelenekte önce bir çözülme, daha sonra da yeniden kurma sürecini başlatır. Toplumlar siyasî hakimiyet dönemlerinde sahip oldukları ilmî geleneği muhafaza etmeye çalışırken, bunalım dönemlerinde yeni ve çetin ufuklara açılmak zorunda kalırlar. Başka bir deyişle bunalım dönemleri çeşitliliği, yükselme dönemleri geniş kapsamlı teorik çerçeveleri, istikrar ve hakimiyet dönemleri ise nakil ve yeniden üretme sürecini ön plana çıkarır. İlmî geleneğin dayandığı bilgi temeli sosyal meşruiyet kazandıkça ve bu meşruiyet siyasî bir hakimiyetin temelini dokudukça detaylarda ihtisaslaşmaya ve tekrara yönelinir. Üstadlar yerini şarihlere bırakır.
Eğer bu ilişki iki medeniyetin cephe ilişkisi içinde sürerse, bir medeniyetin ilmî geleneği istikrara ve yeniden üretme sürecine girdikçe diğeri bunalıma ve özgün arayışlara yönelmek zorunda kalır. 16. yüzyılda siyasî hakimiyet ile yeniden üretme ve nakil sürecine giren ilmî geleneğin birarada yaşadığı Osmanlı ile ayni dönemlerde yüzyıl ve otuz yıl savaşlarının getirdiği bunalım ile ilmî gelenek sorgulanması ve çeşitliliği sürecini birarda yaşayan batı arasındaki hesaplaşma bu dinamik ilişki biçiminin bir yansımasıdır. 11. yüzyıl ile 15. yüzyıl arasında İslam medeniyetinin üstünlüğü karşısında kendi geleneğini sorgulama sürecine giren batı medeniyeti, 15.-18. yüzyıl arasında bu sorgulamanın getirdiği çeşitlilik ve dünya görüşünü yeni bir kavramsal çerçeve içinde yeniden kurma sürecini yaşamış; 18 ve 19. yüzyıllarda bu süreç geniş kapsamlı teorik çerçevelerin oluşturduğu eksenler etrafında paradigmanın pekişmesi ile neticelenmiştir. 20. yüzyıl, batı medeniyetinin kendisine siyasî hakimiyet alanı kazandırmış olan ilmî geleneğini ihtisas alanları çerçevesinde yeniden üretmeye yöneldiği bir yüzyıl olmuştur. Böylece bunalım dönemlerinin yorumlanmasından kaynaklanan ve felsefe, hukuk. teoloji, tarih gibi insanlık birikimini kuşatıcı disiplinlerin sentezleri ile oluşturulmuş paradigma kurucu büyük teoriler yerlerini, sosyoloji, psikoloji, siyaset bilimi, ekonomi ve işletme gibi paradigma sürdürücü ve siyaset-eksenli disiplinlerin daha dar kapsamlı ve spesifik tahlillerine terk etmiştir. Hegel ile Fukuyama, Toynbee ile Huntington, Weber ile Dahl mukayese edildiğinde gerek metodolojik gerekse teorik açıdan özgünlükten tekrara, kapsamlılıktan ihtisasa, ufuk açıcılıktan yerleşik paradigma muhafızlığına geçiş daha da berrak bir tarzda anlaşılabilir.
Uzun dönemli dönüşümler çerçevesinde ele alındığında bu değişim süreci İslam düşünce tarihinde büyük üstadlardan şarihlere geçiş sürecini hatırlatmaktadır. Tarihler dönemi İslam medeniyet tarihi için nasıl siyasî ve ekonomik hakimiyetin sürdüğü hatta daha da pekiştiği bir dönemse, batı medeniyeti için de durum farklı değildir. Evrenselleşmesini 19. yüzyılın büyük teorileri üzerine oturtan batı medeniyeti, bugün ulaştığı siyasî hakimiyeti sürdürebilmek için, sözde evrensel değerlerinin muhafızlığını üstlenen şerhlere ümit bağlamaktadır. 16. ve 17. yüzyıldaki Osmanlı'nın siyasî hakimiyeti nasıl o dönem düşünürlerini şerhlere ve bunalım çözümleri için yeni-gelenekçiliğe sevketmişse ve bu tavır da onların düşünsel düzeyde yaşanan tıkanıklığı görmelerini bir ölçüde engelleşmise, batı düşünürleri de bugün kendi medeniyetlerinin bunalımları konusunda ciddî bir yanılsama içindedirler. Batı'da felsefe ve sosyal bilim alanlarında yaşanmakta olan metodolojik bunalım ve teorik tıkanıklık, siyasî hakimiyetin uzun dönemli düşünsel dönüşümü örtecek bir şekilde gündemi istila etmiş olması dolayısıyla farkedilememektedir. Fukuyama'nın siyasî gerekçeler için ürettiği Tarihin Sonu tezinde vurguladığının aksine; insanoğlunun arayışı bitmemiş, batı medeniyeti kendisini tekrar süreci içine girmiştir. Bunun için de yeni-gelenekçi bir tepki ile Hegel'e dönüş yaşanmıştır. Bu açıdan Batı medeniyetinin insanoğlunun arayışını bitirdiğini ve Tarihin Sonu'nu getirdiğini iddia etmek, Osmanlı siyasetçilerinin ve düşünürlerinin 16. yüzyılda ulaştıkları siyasî hakimiyet ile "Devlet-i Ebed Müddet"i kurduklarını ve bu düzenin artık tarihin sonuna kadar sarsılamayacağını gelecekle ilgili bir projeksiyon olarak öngörmeleri gibidir.
Batı düşüncesinin paradigma pekişmesinin getirdiği tıkanıklığa girdiği bu dönemde İslam düşüncesi, ilmî geleneğin bilgi sistemleşmesi ve metodoloji açısından, yeniden kurulmasını gerektiren bir çözülme ve bunalım sürecine girmiştir. Batı düşüncesinin kavramsal, metodolojik ve teorik kalıpları yaygınlaştıkça ve hakim paradigma haline geldikçe, İslam düşüncesi geleneğinin çerçeveleri sarsılmış ve karmaşık zihni yapılanmaların kesiştiği eklektik bunalım alanları oluşmuştur. Sosyal, ekonomik ve siyasî alanda çok yönlü bir meşruiyet zaafı doğuran bu bilgi bunalımı gerek bilginin kaynağı, değeri ve meşruiyeti, gerekse ilmî geleneğin disiplinlere bakışı ve prototipi konusunda ciddî tutarsızlıklar oluşturmuştur.
Geçmiş tecrübeler göstermektedir ki, bu tür bunalım dönemleri farklı gelenekleri kavrayabilen ve yeniden yorumlayabilen bir yaklaşıma dayanan ciddî bir düşünce zenginliği ile aşılabilir. Ne kendi geleneğine metahistorik bir düzlemde dekonstrüktif (çözücü) bir tarzda yaklaşarak tarihi olan ile yabancılaşan, ne de hakim gelenek ile bu geleneğin iç yapısına nüfûz edemeden hesaplaşmaya kalkan bir tavır, böylesi geniş kapsamlı bir açılıma öncülük edebilir. Yaşanmakta olan çok yönlü hesaplaşma, klasik dönem İslam medeniyetinin oluşum sürecindekine benzer bir atılımı, özgünlüğü, açıklığı ve dinamizmi gerekli kılmaktadır.
Bugün islam dünyasının en temel meselesi bu misyonu üstlenecek nitelikte ve donanımda yeni bir medeniyet prototipini çıkarak zihniyet dönüşümünü gerçekleştirebilmektir. Batı ve İslam düşünce geleneklerinin gerek teorik gerekse sosyal alandaki en yoğun hesaplaşmasına sahip olan toplumumuz, sübjektif varsayımlarla dolu düşünce kalıplarını aşabildiği takdirde özgün bir düşünce geleneğinin kurulmasına kaynaklık edebilir. Düşünce tarihi, yeni ve özgün akımların ancak ve ancak medeniyet hesaplaşmalarının yoğunlaştığı eklektik alanlarda vücut bulabildiklerini göstermektedir.
Bugünkü bunalımın bir düşünce zenginliğine dönüştürülebilmesi, yeniden kurmaya çalıştığı kendi geleneğinin kaynaklarına da, hesaplaştığı diğer geleneklerin kaynaklarına da vakıf yeni bir düşünür prototipi tarafından gerçekleştirilebilir. Bu da mukayeseli ve disiplinlerarası bir yaklaşımı gerekli kılmaktadır. İslam dünyası, paradigması pekişmiş batı toplumlarının aksine, disiplinlerin sınırlayıcı kalıplarını aşabilen ve tarih, felsefe, teoloji ve hukuk gibi alanlarda derinlemesine çalışmalara yönelebilen geniş kapsamlı yaklaşımlara ihtiyaç hissetmektedir. Nasıl klasik İslam düşüncesini yerleşik bilgi disiplinlerinin tümü ile hesaplaşarak bu disiplinleri yeniden kurmaya gayret eden alimler şekillendirdilerse, ve nasıl modern batı düşüncesinin yönelişini felsefeden siyasete, teolojiden hukuka bir çok alanda ufuk açıcı çerçeveler ortaya koyan Kant ve Hegel gibi düşünürler belirledilerse, bugün de yeni bir çığırı kendisinin önüne konan disiplinlere vakıf olmakla birlikte o disiplinlerin kalıplarını aşabilen, postmodernist anlamda dekonstrüktif (çözücü) olmadan sorgulayıcı, kalıpçı ve tutucu olmadan yapıcı ve yeniden kurucu olabilen yeni bir ilim adamı prototipi açabilir.
Uzun dönemli bir ilmî gayreti ve derinlemesine bir metodolojik yaklaşımı gerektiren bu oluşum, mütevazî olmakla birlikte iddialı, kararlı ve sabırlı gayretlerin ürünü olabilir. Bilim ve Sanat Vakfı, belki asırlar sürecek olan bu oluşuma mütevazî bir katkı olması ümidiyle yürüttüğü seminer çalışmalarından sonra özellikle medeniyetler ve gelenekler arası mukayeselere ve disiplinlerarası yaklaşıma ağırlık veren ürünleri değerlendirmek üzere bir ilmî dergi çalışmasını başlatmış bulunmaktadır. Elinizde bulunan Dîvân dergisi hem birikimlerin yoğrulduğu bir harman, hem geleneklerin mukayeselerle kimi zaman ayrıştırıldığı kimi zaman da kaynaştırıldığı bir düşünce meydanı, hem de yapıcı nitelikteki her türlü metodik ve teorik açılıma öncülük etmeye çalışan bir ufuk dîvânı olmayı hedef edinmektedir. Bunun için de Dîvân ne günlük gündeme cevap verme telaşı içinde kaleme alınan aceleci ve sathî bir yaklaşımı ne de disipliner kaygıların ağırlık taşıdığı tekdüze bir akademik kaygıyı çıkış noktası olarak kabul etmektedir. Farklı geleneklerin ve disiplinlerin temel anlayışını tasvir edici çalışmalar da, bu geleneklerin mukayeselerine yönelen yorumlayıcı eserler de dergide yer alacaktır. Bu genel çerçeve içinde gerek kaynakların kullanımı gerekse yorumlardaki rikkat ve derinlik unsurlarına dikkat edilmesi şartıyla, birbirinden farklı sonuçlara varan makaleler ve yaklaşımlar da dergimizde zemin bulabilecektir.
Dergimizin üç ana bölümü olacaktır. Birinci bölüm, işlediği tez ve kullandığı yöntem açısından özgün nitelikteki makalelerden oluşacaktır. Bu makaleler hakem usûlü ile konunun uzmanları tarafından değerlendirildikten sonra dergiye girecektir. Bu değerlendirmelerle birlikte makalenin nihaî şekli ve mesuliyeti yazarına ait olacaktır. Bu makalelerin birbirlerini tamamlayıcı nitelikte olmasına dikkat edilmekle beraber dergide bir dosya mantığı benimsenmeyecektir. İkinci bölümde değişik akademik forumlarda sunulmuş tebliğler ve henüz makale olgunluğuna ulaşmamış ve yazarın bazı fikirlerini tartışmaya açmak üzere kaleme aldığı araştırma notları yer alacaktır. Bu bölümde de özgünlük temel kıstas olmakla birlikte makalelerde aranan yöntem, tez ve şekil şartları tümüyle gözönünde bulundurulmayacaktır. Üçüncü bölüm ise kitap ve yazma tanıtımlarından oluşacaktır. Bu çerçevede özellikle ilmî çevrelerin tanımasında fayda mülahaza edilen yazmalarla, ele aldıkları tez ve kullandıkları yöntem bakımından özgün nitelikler taşıyan kitaplara ağırlık verilecektir.
Dîvân dergisinin bu ilk sayısını sunarken, düşünce üretiminin en önemli ve elverişli zeminlerinden birinin dergiler olduğunun ve keza bir derginin de tek bir insanın ve düşüncenin değil, bir zekalar topluluğunun yankısı olduğunun bilincindeyiz. Bu münasebetle katkı ve tenkitleriyle böyle bir zekalar topluluğunun parçası olmak isteyen herkesi bu zemine davet ediyoruz.
Gayret bizden, tevfîk Allah (c.c.)'tandır.
Dîvân İlmî Araştırmalar