1999 yılının Osmanlı'nın 700. kuruluş yıldönümü, 2000 yılının da Miladi takvimin yeni bir binyılının başlangıcı olması, aslında bizim gibi medeniyetlerarası etkileşimin odak noktasında bulunan toplumlar için kapsamlı bir değerlendirme, yüzleşme ve hesaplaşma fırsatı olarak görülmelidir. Her iki yıldönümünün de seremoni, kutlama ve eğlence ağırlıklı olarak geçiştirilmesi popüler kültür açısından mazur görülebilir. Ancak, tarihin anlaşılması ve yorumlanması açısından zihni ve sosyal bir sorumluluk hissetmesi gereken aydınlar ve kurumların varoluş sebepleri, bu görünen düzlemin ötesine geçen anlamlandırma çerçeveleri oluşturmaktır.
Medeniyetler tarihindeki uzun dönemli seyir, güç kaymalarını takip eden medeniyet etkileşimlerinin birbirine benzer süreçleri devreye soktuğunu göstermektedir. Yoğun bir askerî güç kullanımı ile gerçekleştirilen eksen kaymalarının gerçekleştiği dönemlerde güç kaybına uğrayan medeniyetlerde önce bir direnç, daha sonra da yöntemle başlayan ve süreç hızlandıkça zihniyet parametrelerini de sarsan bir aktarım tecrübesi yaşanmaktadır. Eğer meydan okuma sadece askeri güç ile sınırlı ise direnç dönemini genellikle yeni ve daha üst bir siyasi toparlanma dönemi takip etmektedir. Haçlılardan sonra Eyyubilerin, Moğollardan sonra Osmanlıların sağladıkları büyük ölçekli siyasî güç temerküzleri böylesi bir meydan okumaya cevap niteliğinde ortaya çıkmışlardır.
Yok eğer meydan okuma ve bu meydan okumaya dayalı eksen kayması görünürdeki askerî gücün ötesinde ekonomik, felsefî ve teknolojik araçları da yoğun bir şekilde kullanıyorsa, direncin zayıflaması kaçınılmaz bir zorunluluk gibi görülmeye başlanan bir aktarım sürecinin önünü açmaktadır. Önce askerî araç ve yöntemlerle başlayan aktarım süreci, daha sonra kurumsal yapılar ve nihayet zihniyet ve kimlik aktarımı ile devam etmektedir. Bu aktarım sürecinin pragmatik karakteri, yüzleşilen meydan okumanın derinliğine kavranmasını engellemekte ve gerek aktarım sürecinin öncüleri gerekse aktarım sürecine direnenler tarafından hakkıyla anlaşılmasını güçleştiren bir perde oluşturmaktadır. Karşı medeniyetin güç temerküzünün pekişmesi hızlandıkça kendi medeniyet birikimi ile olan bağlarını kademeli bir şekilde kaybeden aktarım öncüleri bu yeni güç eksenin odağında gördükleri ekollere bağlandıkça tarihî ve sosyal bir kopuşla karşı karşıya kalırken, bu sürece direnenler buzdağının görünen yüzü ile olan hesaplaşmalarını gerçek bir derinliğe kavuşturamamaktadırlar.
Son iki yüzyıldır yaşadığımız batılılaşma serüveninde bu akışın ana dinamiklerini yakalamak mümkündür. Batılılaşmanın tarihî çerçeve içindeki anlamı, yoğun ve üretken bir medeniyet yüzleşmesi olarak değil de, pragmatik zorunluluklarla başlayan ve zamanla statikleşen ve ideolojileşen tek-yönlü ve tek-eksenli bir proje olarak görülmeye başlanması daha tasvir düzeyinde bir idrak problemini beraberinde getirmiştir. Daha tasvir düzeyinde statikleşen batı medeniyeti algılaması bu medeniyetin güç ekseni haline dönüşümünün açıklanmasını da güçleştirmiştir. Tasvir ve açıklama düzleminde yaşanan bu problemler batı medeniyetinin düşünsel, sosyal, ekonomik ve siyasî yönleriyle bir bütün olarak anlaşılabilmesini de güçleştirmiştir.
Öte yandan, ileri-geri, geleneksel-modern, dinî-bilimsel gibi kategorileştirmelerin oluşturduğu kriterlere dayalı zihnî kurguların ortaya çıkardığı idrak kayması, yoğun bir medeniyet yabancılaşmasını ve kimlik bunalımını da beraberinde getirmiştir. Batı medeniyet birikimini hakkıyla tasvir edememe ve anlayamama kendi medeniyet birikimimize de oryantalist bir yöntemle yaklaşılmasına yol açmıştır. Gerçek oksidantalistlerin olmadığı bir kültürel ortamda ortaya çıkan boşluğun mukallid oryantalistlerce doldurulması kaçınılmazdır.
Direnç ve aktarım dönemlerinde yaşanan bu tecrübelerden sonra anlama, sorgulama ve anlamlandırma süreçlerine dayalı kapsamlı bir zihnî çabaya ihtiyaç hissedilmektedir. Batı medeniyetinin önyargısız ve komplekssiz bir şekilde anlaşılması kendi birikimimizin özgünlüğünün anlaşılmasını da kolaylaştıracaktır. Batı-eksenli tarih ve mekan idraklerinin sorgulanmaya başlandığı, batı-dışı medeniyet birikimlerinin yeni bir tarihî varoluş çabası içine girdikleri, ilerleme doktrini kadar kadim birikimin de bir zihniyet parametresi olarak etkisini göstermeye yöneldiği bir dönemde bu anlama, sorgulama ve anlamlandırma çabasının hakkıyla yapılabilmesi bütün bu etkilerle doğrudan yüzleşmek zorunluluğu içinde bulunan bizler için hem kaçınılmaz bir sorumluluk hem de tarihî bir fırsattır.
Batı medeniyetinin tarihî serüveni iç tutarlılığı ile anlaşılabilmesi hem insanlık birikiminin önemli bir parçasını tanımak, hem her an yeni türleriyle ve türevleriyle yüzleşmek zorunda olduğumuz egemen kültürün temellerini kavrayabilmek, hem de kendi medeniyet birikimimiz ile bu kültür arasında anlamlı bir mukayese çerçevesi oluşturmak suretiyle geleneğimizin sürekliliğini koruyarak ihya ve yeniden inşa edebilmek açısından büyük bir önem taşımaktadır.
Bu zorunluluğun bilincinde olan Bilim ve Sanat Vakfı 1999 yılında Osmanlı, 2000 yılında da Batı medeniyeti ve Hristiyanlık konulu ihtisas seminerlerine ağırlık vermiştir. Bu seminer faaliyetlerine paralel olarak, Dîvân da sayılarını bu alanlara yönelik çalışmalara ayırmıştır. 1999 yılı içindeki iki sayımız Osmanlı özel sayıları olarak yayınlanmıştı. 2000 yılının iki sayısı da Batı Medeniyeti ve Hristiyanlık ağırlıklı olarak planlanmıştır. Elinizdeki sayıda batı medeniyetinin özellikle siyasî, ekonomik ve bilimsel arkaplanını incelemeye dönük çalışmalar yer almaktadır. Bu çerçevede Mustafa Özel "İktisadî oryantalizmin sonu" başlıklı makalesinde batı medeniyetinin mutlak üstünlüğü tezine dayalı modern iktisat tarihi tezlerini tartışmaya açarak insanlık tarihinin batı-dışı alan olarak görülen Afrasya birikimlerini de gözönüne alacak şekilde yeniden yazılması gerekliliğini vurgularken, Şakir Kocabaş "Batı bilim anlayışında gerçeklik meselesi" konulu çalışmasında önce bilim tarihinin kritik bir özetini sunmakta, daha sonra da modern bilim anlayışını özellikle fizik ağırlıklı bir çerçeve ile değerlendirmektedir. Mustafa Özel'in modern dönem iktisat tarihinin insanlık birikiminin diğer önemli unsurlarını gözönünde tutacak şekilde yeniden yazılması tezi ile, Şakir Kocabaş'ın fizik ile gerçeklik arasındaki ilişkinin tekrar kurulması ve fizikçilerin sadece fizik ve matematik bilmeleri değil, aynı zamanda felsefe de bilmeleri gerekliliği konusundaki vurguları yeni meydan okumaları da beraberinde getirmektedir.
Bu genel çerçeveli makaleleri kişi, konu ve ekollere ağırlık veren çalışmalar izlemektedir. Walid Atari'nin "Gadamer'in yorumlama ve hakikat teorisi" başlıklı makalesi Türkiye'de de çok tartışılan önemli bir düşünürü ve hermenötik akımı betimleyici ve açıklayıcı bir çerçevede ele alırken, Mehmet Fevzi Bilgin "Batı siyaset felsefesinde yeni arayışlar: Eric Voegelin ve yeni siyaset bilimi" başlıklı çalışmasında Türkiye'de çok az bilinen ve tartışılan, ancak Batı siyaset düşüncesindeki radikal yaklaşımı ile başlıbaşına alternatif bir ekol oluşturan Eric Voegelin'i gündemimize getirmektedir. Farklı yöntemlere dayalı bu iki düşünürün ve temsil ettikleri yaklaşımların tartışılması batı felsefesi ve siyaset düşüncesinin modern dönemdeki seyrinin anlaşılması ve daha özgün bir tartışma ortamının sağlanması açısından özel bir önem taşımaktadır.
Bu iki örnek düşünür analizini iki konu ve ekol analizi takip etmektedir. Ahmet Okumuş "Modern siyaset düşüncesinde meşruiyet fikrinin serencamı" konulu makalesinde siyaset felsefesinin en temel meselelerinden birisi olan meşruiyet meselesini batı siyasî düşünce tecrübesi açısından tartışmakta ve bu çerçevede batı düşünce geleneği içinde yaşanan gerilimlere dikkatleri çekmektedir. Fahrettin Altun ise "Modernleşme kuramı ve gelişme sorunu" başlıklı son derece kapsamlı çalışmasında hem modernleşme kuramını teferruatlı ve derinlemesine bir tahlil ile sunmakta, hem de bu kuram çerçevesinde batı medeniyetinin batı-dışı toplumlara ve kültür havzalarına bakışındaki yöntem problemlerine dikkatleri çekmektedir. Hatice Palaz Erdemir ise "İmparatorluk kavramının evrenselleştirilmesi" başlıklı özlü çalışmasında bir yandan bu kavramı kapsamı ve tarihî serüveni açısından ele almakta, bir yandan da bu kavramın evrensel kullanımının dayandığı batı-eksenli varsayımları tartışmaya açarak alternatif kullanımlar teklif etmektedir.
Dergimizin bu sayısı yine Harun Anay'ın titizlikle hazırladığı ve kapsamlı ve derinlikli bir önsöz ile değerlendirdiği yeni bir bibliyografya çalışması ile hitama ermektedir. "İslam düşüncesi alanında yapılan ingilizce yüksek lisans ve doktora tezleri" başlıklı bu bibliyografya çalışması bu kez derginin ana teması ile bir bütünlük arzedecek şekilde İslam düşüncesine dışardan bakan ve çoğunlukla İslam ülkelerinin dışındaki akademik kurumlarda yapılan İngilizce yüksek lisans ve doktora tezlerinin dökümünü ihtiva etmektedir. Böylece iktisadî oryantalizmin sonu tezi ile başlayan dergimizin bu sayısı oryantalizmin ortaya koyduğu ürünlerin kapsamlı bir dökümü ile noktalanmaktadır.
Dîvân'ın bu kez Batı Medeniyeti'nin dinî tecrübe birikimini ele alan bir sonraki özel sayısında buluşmak ümidiyle...
Dîvân İlmî Araştırmalar