.

Dîvân İlmî Araştırmalar'ın bu sayısında ağırlıklı konumuz kapitalizm ve özellikle de Japon kapitalizmi. İnsanın, küçücük bir parçası olduğu tabiat ve toplum düzeni üzerine düşünmesi kadîm bir gelenek. Yeni olan, sadece adlandırmalar. "Feodalizm" kelimesi 18. yüzyıl sonlarında 'uydurulduğu' zaman, feodal denen toplumsal düzen ortadan kalkmak üzereydi. "Kapitalizm" kelimesinin ömrü ise 100 yılı aşmıyor. Marx'ın Kapital başlıklı eserinde bile kapitalizm kelimesi yok!
Kapitalizm özel mülkiyete, kâr odaklı üretim ve pazarlamaya, sınırsız sermaye birikimine dayalı bir sosyo-ekonomik ve politik sistem. Mâhiyeti  üzerinde genel bir uyuşma olmakla beraber, oluşumu hâlâ gizemini koruyor. Avrupa'da kapitalist girişimci tipin kimliği ve ortaya çıkışıyla ilgili önemli tezlerden birini Belçikalı tarihçi Henri Pirenne  ileri sürdü. Ona göre, her farklı evrede ayrı bir kapitalistler sınıfı ortaya çıkıyor. Ekonomik örgütlenmedeki her değişimde süreklilik kopuyor, eski kapitalistler çoğunlukla rantçı bir zümreye dönüşüyor ve onların yerini yeni bir girişimci sınıf alıyor. Japon tecrübesinde bunun kısmen doğrulandığını görüyoruz.
Beşi makale, ikisi araştırma notu ve biri de yazma tanıtımı olmak üzere toplam sekiz çalışmadan oluşan Dîvân İlmî Araştırmalar'ın on üçüncü sayısı, Mustafa Özel'in Avrupa ve Japonya'da Kapitalizm başlıklı uzun makalesiyle başlıyor. Kapitalizmle din arasındaki ilişkilere özel bir bölüm ayrılan makalede Özel, yirminci yüzyıl başlarındaki tartışmalarda Weber'in, kapitalizmin 'ruh'unu Protestan (özellikle Kalvenci) ahlâka hamlederken, Sombart'ın Yahudi ahlâkını ön plana çıkardığını belirtiyor. Trevor-Roper, Weber'in başlıca Protestan girişimcilerinin ortak özelliğinin 'göçmenlik' olduğunu söylerken, Braudel kapitalist girişimcinin Reformasyon'dan çok Rönesansın çocuğu olduğu tezine destek verdi. Robert Bellah, 'Protestan Ahlâkı' tezini Japonya'ya uygulayarak olumlu sonuçlar çıkardı, fakat sonra meseleyi yanlış vazettiğini düşünerek bundan vazgeçti. Dolayısıyla kapitalizm-din ilişkisi müphemliğini korumaya hâlâ devam ediyor.
Kapitalizmin en kapsamlı tahlillerinden birini 20. yüzyılın son çeyreğinde Immanuel Wallerstein yaptı. Yaklaşık 1450'lerde, 'feodal krize cevap olarak', kuzeybatı Avrupalılar kapitalist dünya-ekonomiyi inşâ etmeye başladılar! İlk 300 yıl Avrupa kıtasında iç gelişimini sürdüren bu modern dünya-sistem, sonra dünyanın diğer bölgelerini kendine 'eklemleyerek' küreselleşti. Yirminci yüzyıl sona ererken, kapitalist dünya-ekonomi de geçiş krizine girmiş bulunuyor. Bundan sonra meydana gelecek tarihsel sosyal sistem (veya sistemler), tarihin ?nesnel' akışının yanısıra, geçiş dönemlerinde etkinlik dereceleri artan bireysel öznelerin ve örgütlü grupların bilinçli çalışmalarının eseri olacaktır. Son yıllarda, başını Andre Gunder Frank'ın çektiği bir grup sosyalbilimci, dünya-sistemler analizini son 500 yerine, son 5000 yıla uygulamaya çalışıyor.
Dünya-sistem analizini medeniyetlerin yükseliş ve düşüşlerine dair çalışmalarla birleştirmeye çalışan Stephen Sanderson'a göre, 'feodalizmden kapitalizme geçiş' hususunda bugüne kadar ileri sürülen görüşler eksiktir, çünkü ikinci ve önemli örnek olan Japonya'yı hesaba katmamaktadır. Oysa Avrupa ile Japonya arasında büyüklük, coğrafî konum, iklim, nüfus ve siyasî yapı bakımından büyük benzerlikler bulunmaktadır ve bu sebeple kapitalizm, Avrupa dışında sadece Japonya'da gelişebilirdi.
Dîvân İlmî Araştırmalar'ın bu sayısının Modern Japon Tarihinde Batı Karşıtlığı: Ôkawa Shûmei'nin Asyacılık Düşüncesi başlıklı ikinci makalesinde ise Cemil Aydın ilginç bir Japon aydınının, Ôkawa Şûmei'nin Asyacı vizyonunu irdeliyor. Aydın'a göre Japon tarihinde Batı eleştirileri modernleşmeye paralel gelişmiş ve Japonya'nın sarı ırktan olma kimliği ve renkli ırklara yapılan ayırıma karşı duyulan tepki, 20. yüzyıl başlarında Batılı büyük güçlerin kurduğu emperyal dünya düzenine karşı hoşnutsuzluk yaratmıştır. Ôkawa Şûmei'nin biyografisinde de görüldüğü gibi Birinci Dünya Savaşı sırasında mâhiyet değiştiren Batı karşıtı Asyacı akım üzerinde, Avrupa'daki medeniyet eleştirilerinin ve 'Batı'nın çöküşü' söyleminin rolü inkar edilemez. Her ne kadar Batı karşıtı Asyacı akımlar Japon 'derin devleti' tarafından bir siyaset rehberi olarak görülmeyip kontrol altında tutulmuşsa da, Aydın, 1930'lu yılların sonlarına doğru yaşanan uluslarası meşruiyet krizi sırasında Japon Devleti'nin Asyacılığın içinde barındırdığı enternasyonalizm ve sömürgecilik eleştirisini kullanarak Asya'daki halkların desteğini kazanmaya ve bölgesel bir uluslarası düzen kurmaya teşebbüs ettiğini belirtiyor. Aydın, her ne kadar bu projeleri başarısızlık ve yenilgi ile sonuçlansa da, savaş sonrası Japonya'sında 1980'lere kadar toplumun Asyalı ve sarı ırktan olma kimliğinin kamuoyunun ve aydınların dünya sistemine ve Amerikan hegemonyasına olan eleştirel bakışlarını şekillendirmeye devam  ettiği düşüncesinde.
Bu sayının üçüncü yazısı ise Abdülkadir Buluş'a ait ve Japon Kapitalizminin Kökenleri ve Osmanlı Devleti İle Bir Karşılaştırma başlığını taşıyor. Buluş bu çalışmasında Osmanlı ve Japon tecrübelerini devlet, ekonomi ve din bağlamında karşılaştırmaya çalışıyor. Japon milleti ne denli homojense, Osmanlılar o ölçüde heterojen bir nüfusa sahiptiler. Osmanlılar Avrupa'nın yanıbaşında, hatta içinde iken, Japonlar coğrafî bakımdan yalıtılmış durumdaydılar. Coğrafî yalıtım, global siyasî yalıtıma yol açıyordu: Osmanlılar uluslararası siyasî gelişmelerden ne kadar etkileniyor idiyseler, Japonlar o kadar korunaklıydılar. Japon sanayileşmesinin temellerinde Batı ile rekabetin uzun yıllar yaşanmamasının önemli bir faktör olması dışında, Japonya'nın siyasî ve malî bağımsızlığını sürdürebilmesinin de Osmanlı deneyiminden farklı bir seyir izlemesinde etkili olduğu görüşünde Buluş. Konfüçyanizmin bireyleri devletin politikalarına itaat etmede ve benimsemede Japon merkezî otoritesine yardımcı olan bir araç olarak gördüğü fonksiyon da, Buluş'a göre son derece önemli. Buluş, Japon devlet önderleri ülkenin yeni şartlara adaptasyon zamanını ve yöntemlerini belirlemede, kendi toplumsal yapılarına uygun yenilikleri kabul ederek daha başarılı olduklarını ileri sürüyor.
Buluş'un yazısını İbrahim Öztürk'ün Türk ve Japon Ekonomisi: İki Ülkenin Benzer Kriz Dinamikleri Üzerine Gözlemler başlıklı yazısı takip ediyor. Öztürk'e göre Türkiye ile Japonya arasında bazı çok genel benzerlikler olsa da, süreçler üzerinde etkili olan mikro düzeydeki tetkikler iki ülkenin birebir mukayese edilmesinin çok zor olduğunu gösteriyor. Buna rağmen her iki ülkenin kendi içinde sergilediği performans ve deneyimlerden karşılıklı dersler çıkartılabilir. Her iki ülke de dış zorlama olmadan dışarıya açılma ve evrensel planda yükselen değerlerle zamanında tanışma ve buna hazırlanma konusunda pek heyecanlı gözükmüyor. Japonya'nın dışa açılmasının Türkiye'den daha fazla cebrî nedenlere dayandığını düşünen Öztürk, ancak bu süreçlerde 'öğrenme eğrisi etkisi'nin farkında oldukları için sahip oldukları iktisadî gücün merak unsuruna katkıda bulunduğunu ve geçmişin mirasının olumlu bir itici güç olarak yeni paradigmalara ruh verdiğini ifade ediyor.
Bu sayının son makalesi ise Aşınan Kimlikler, Dağılan Kişilikler: Benlik, Kişilik ve Kişilik Bozuklukları Üzerine Kültürel Bir Okuma başlığıyla Kemal Sayar'a ait. Sayar bu makalesinde kültürel çevrenin kişilik özelliklerini nasıl şekillendirebileceği konusunda kültürlerarası psikolojinin kimi bulgularını gözden geçirmek sûretiyle, kişilik bozukluğunu ortaya çıkaran toplumsal ortamı tartışıyor. Benlik kavramının farklı kültürel bağlamlarda muhtelif biçimlerde anlaşılabileceğine değinen Sayar, bu mefhumların kültürlerin ontolojik geleneklerinden köken aldığını ve günlük yaşayıştaki davranış örüntülerinden çocuk yetiştirme uygulamalarına dek geniş bir alana nüfuz ettiklerine değinerek Kuzey Amerika/Avrupa uygarlığının arkasındaki bireyci etos ile Doğulu kolektivist, ilişki yönelimli etosun karşılaştırılmasının öğretici sonuçlarına işaret ediyor.
Araştırma Notları ve Tebliğler kısmında yer alan birinci çalışma Abdülhamit Kırmızı'ya ait olup Osmanlı Bürokrasisinde Gayrımüslim İstihdamı başlığını taşıyor. Kırmızı, 19. yüzyılda merkez ve taşra idaresinde gayrimüslim varlığının artmasını, Avrupa devletlerin baskısına veya bu devletleri etkileme arzusuna bağlamanın yeterli bir açıklama olamayacağını ileri sürüyor. İmparatorluk mirasının sürekliliğini sağlamak yolunda Osmanlılık ideolojisinin o dönem için ifade ettiği önemi ve millet sisteminden gelen geleneksel kozmopolit yapının yeni bir çerçevede kurumsallaşmasını da hesaba katmak gerektiğini belirten Kırmızı, bu ilişkilerde sonradan meydana gelen bozulmaların, milliyetçi hareketlerin tarihiyle ve İslâm hukukunun zimmet anlayışından geliştirilen millet sisteminin geleneksel fonksiyonunu akâmete uğratan devlet anlayışındaki değişimle ilgili olduğunu ileri sürüyor. Kırmızı'ya göre, Tanzimat'tan sonra çeşitli milletlere mensup uyruklarda müşterek ve kapsayıcı bir Osmanlılık bilinci gelişmiş ve bu yeni Osmanlılar'ın tesiri tüm Ortadoğu ve Balkanlar'ın tarihine damgasını vurmuştur. Ne var ki, bu renkli emperyal görünüm milliyetçi akımların imparatorluğu zayıflatması ve özellikle Rumeli'nin parça parça elden çıkmasından sonra çok kısa zamanda silinmiştir. Yeni kurulan Balkan devletçiklerinde yerel etnik unsurların bile bu gibi görevlerden dışlanması politikası izlenirken, bazı Ortadoğu ülkelerinde bu gelenek kısmen sürdürülmüştür. Fakat bu ülkelerin hiçbiri, Osmanlı Devleti'nin son dönemini yaşarken yapabildiği kadar farklı unsurları içselleştirme becerisini gösterememiştir.
Araştırma notları ve Tebliğler kısmında yer alan ikinci çalışma ise Ahmet Yaman'a ait. İslâm Hukuk Mirasını Algılama ve Uygulama Yöntemi Üzerine başlığını taşıyan tebliğinde Yaman, sadece şer?î nasları ustaca kavrayan bir hukukçu olmanın fakih olmak için yeterli olmadığını, fakihin aynı zamanda hem insanî ve psişik özellikleriyle, hem de toplumsal olaylar/ilişkiler ve sonuçları hakkında sahip olduğu mâhirâne bilgisiyle temâyüz etmesi gerektiğini ileri sürüyor. Yaman'a göre İslâm adına konuşmaların, hüküm çıkarmaların ve yorum yapmaların kendisine göre değer taşıdığı ve bütün bu etkinliklerin nihaî onaylayıcısı olan Kur'ân, teorik-spekülatif akıl yürütmelerden önce teslimiyeti, kendisine göre yaşamayı, kalbini açmayı ve böylece takva sahibi olmayı önermektedir. Yaman, derin kavrayış ve ince anlayış anlamındaki fıkh kelimesinin geçtiği hemen her yerde, Kur'ân'ın kalb kelimesine de yer vermiş olmasından hareketle, anlama ile kalb arasındaki ilişkiye dikkatleri çekiyor.
Yazma tanıtımları bölümünde ise İhsan Fazlıoğlu bu defa İrşâdü't-tullâb ilâ ilmi'l-hisâb adlı Sultan II. Bayezid'e sunulan müellifi meçhul bir matematik kitabını matematik tarihi bakımından inceliyor ve eserin İslâm-Osmanlı matematik tarihi içindeki yerini belirlemeye çalışıyor. Fazlıoğlu, bu tanıtım çerçevesinde, İslâm medeniyetinde dinî, idarî ve sosyal meşruiyet önemli ölçüde matematik bilimlere, hesap, hendese ve astronomiye dayandığını ve Osmanlıların, klasik dönemin bu anlayışını devam ettirerek mükemmel hale getirdiğini vurguluyor.

Bir sonraki sayıda buluşmak dileğiyle?

Dîvân İlmî Araştırmalar



Yorum yazın

Yorum yapmak için giriş yapın.