SUNUŞ
Dîvânın 33. sayısında fıkıh ve İslam felsefesi ağırlıklı bir muhteva ile huzurunuzdayız. Bu sayımızda yazılarımız başlıca iki ağırlık noktası etrafında temerküz etti: ilmihâl kavramı ve fıkıh usulü. M. Cüneyt Kaya felsefe ilmihali, Sami Erdem ahir zaman fıkıh ilmihali ve Özgür Kavak siyaset ilmihali olarak tanımlanabilecek metinleri bize tanıtırken Osman Güman, Mehmet Özşenel, Soner Duman ve diğer makalesiyle Özgür Kavak, çalışmalarını fıkıh usulü meseleleri üzerine inşa ediyorlar. M. Talha Çiçekin yakın tarihe ve Mehmet Birgülün felsefe tarihine dair çalışmalarıyla bu sayımız tamamlanıyor.
İlk makalemizde M. Cüneyt Kaya meşhur bir Şâfiî fakihi ve mantıkçı olarak tanınan Sirâceddin el-Urmevîyi ve bir tür felsefe ilmihâli olarak değerlendirdiği eserini ele alıyor. Bir Filozof Olarak Sirâceddîn el-Urmevî (ö. 682/1283): Letâifül-hikme Bağlamında Bir Tahlil Denemesi başlıklı çalışmasında Kaya, bir yandan Selçuklu Konyasında başkadı olarak görev yapan bir yandan da İbn Sînâ ve Gazzâlî sonrasında Fahreddin er-Râzî tarafından temel çerçevesi oluşturulan müteahhirûn dönemi düşüncesinin önemli bir temsilcisi olan Urmevînin önce eğitimi, hocaları ve öğrencileri üzerinden hayat hikâyesini tespit etmeye çalışıyor, sonra da başlıca eserlerinden biri olan ve Anadolu Selçuklu Sultanı II. İzzeddin Keykâvûsa ithaf ettiği Farsça Letâifül-hikmeden hareketle felsefî görüşlerini ortaya koyuyor. Urmevî tarafından Fahreddin er-Râzînin yarım kalan el-Letâifül-gıyâsiyye adlı eserinden hareketle telif edilmiş olan ve az sayıda otobiyografik malumat da içeren bu eserin, hikmet-i ilmî ve hikmet-i amelî şeklinde iki ana bölümden oluşmakla beraber mahiyeti itibariyle kelam ve felsefenin bir tür karışımından meydana gelmiş yeni bir türü temsil ettiğini söyleyen Kayaya göre Bu yeni tür, teorik kısmı itibariyle kelâm, pratik kısmı itibariyle de felsefe geleneğinden beslense de her iki kısmın gerek taksim, gerek muhteva gerekse işleniş tarzında teknik tartışmalara girilmeyip bu alanların uzmanlarına hitap etmekten ziyade kolay anlaşılır ve öğretici olmanın ön planda tutulduğu görülmektedir (...). Urmevînin meseleleri ele alırken sık sık âyet, hadis, peygamber kıssaları, kelâm-ı kibâr, şiir ve hikâyelere başvurması ve son derece kolay ve akıcı bir üslup kullanması, eserin öğretici niteliğini destekleyen unsurlardır. Letâifül-hikmenin bu özelliklerini dikkate alan Kaya, eseri -tıpkı kaynağı durumundaki Râzînin el-Letâifül-gıyâsiyyesi gibi- teorik ve pratik hikmete dair kaleme alınmış bir tür ilmihal, bir felsefe ilmihâli olarak değerlendiriyor.
Müctehidin Yokluğunda Fıkhî Ahkâm: Cüveynînin el-Gıyâsîdeki Farazî Dünyası başlıklı makalesinde Sami Erdem, ilk olarak Cüveynînin el-Gıyâsîsi çerçevesinde, sahabeden itibaren şerî hükümleri temel kaynaklardan elde ederek insanlara anlatan fakihlerin farklı dönemlerdeki özellikleri, fukaha arasındaki devamlılık, önceki fukahanın görüşlerinin sonrakilerce anlaşılıp benimsenmesi, zamanın değişmesiyle ortaya çıkan yeni meselelerin nasıl hükme bağlanacağı gibi konuları ele alıyor, bilahare Cüveynînin ictihad ehliyetini haiz müftilerin ve mezhep görüşlerini aktaracak insanların ortadan kalkması ve nihayetinde dinî hükümlerin bütünüyle bilinemez hâle gelmesi durumunda takip edilmesi gereken usule dair önerilerini inceliyor. Cüveynînin eserinin bu kısmı, insanların temel şerî kaynaklardaki bilgiye dair doğru bilgi aktarımına sahip olamadığı bir dönemde, sıradan mükellefler için âdeta bir kılavuz niteliğini andırmaktadır. Burada yer verdiği, teferruattan arındırılmış, pratik ve kolay bilgilerle ve herkes tarafından anlaşılıp uygulanabilir çözümlerle Cüveynînin ahir zaman diliminde yaşayan insanlar için âdeta bir fıkıh ilmihali kaleme almış olduğunu söyleyebiliriz.
Özgür Kavak tarafından kaleme alınan Araştırma Notları kısmında yer verdiğimiz- İtikaddan Amele Siyaset İlmihâli: Saîd b. İsmail Aksarayî ve Siyâsetüd-dünyâ ved-dîn Adlı Eseri başlıklı çalışmada ise Hanefî mezhebine müntesip bir fakih olan Saîd b. İsmail el-Aksarayînin Siyâsetüd-dünyâ ved-dîn (Din ve dünya siyaseti) başlıklı yazma eserinin tanıtımı yapılıyor. İslam siyaset düşüncesinin fıkıh ilmiyle irtibatını belirleme açısından önem arz
Fıkıh usulü meseleri üzerine kaleme alınan makalelerimizin ilki Modernleşme Sürecinde Hind Alt Kıtasında İctihad ve Taklide Farklı Yaklaşımlar: Muhammed İkbalin Görüşleri Çerçevesinde Bir İnceleme başlığını taşıyor. Özgür Kavak, Şah Veliyyullah Dihlevî sonrasında Hind alt kıtasının yaşadığı entelektüel dönüşümü ele alarak başladığı çalışmasında özellikle ictihad kavramı çerçevesinde klasik dünyaya bütünüyle yabancı bir anlayışa sahip olduğunu ifade ettiği Muhammed İkbalin görüşlerine odaklanıyor. Alt kıtada Seyyid Ahmed Handan İkbale kadar bir dizi müellif tarafından ictihad ve taklid kavramlarının neredeyse bütünüyle fıkıh ilmi dışında bir bağlamda tartışıldığının gösterilmeye çalışıldığı makalede ayrıca Dihlevînin takipçisi olarak nitelenen bazı âlimlerin, yaşadıkları dönemde geliştirilen bu farklı ictihad anlayışına karşı tepkileri de ele alınıyor. Böylece Kavak klasik dünyaya ait kimi tasnif ve kavramların içeriklerinin modernleşme sürecinde değişime uğradığını, fıkıh usulünün ictihad ve taklid kavramlarını merkeze alarak ortaya koymaya çalışıyor.
Hanefî Fıkıh Usulü Literatüründeki Lafızlar Taksiminde Mantıksal Tutarlılık Problemi: Pezdevî Örneği başlıklı makalesinde Osman Güman, nassları anlama ve yorumlamada ihtiyaç duyulan kuralları ihtiva etmesi dolayısıyla gerek Hanefî gerek mütekellimîn fıkıh usulü literatürünün önemli bahislerinden biri olan elfaz bahislerini Pezdevînin taksimi çerçevesinde inceliyor. Abdülaziz el-Buhârî, İbnül-Hümâm, Sadruş-şeria ve Teftâzânî gibi usulcülerin bu taksime yönelttikleri mantıksal tutarlılık eleştirilerine de yer veren Güman taksimin mantıksal açıdan daha tutarlı hâle gelebilmesi için bir kısmı klasik dönem usulcülerine, bir kısmı da kendine ait olan bazı önerileri sıralıyor.
Fıkıh usulüne dair üçüncü makale Usûl Adlı Eseri Çerçevesinde Serahsînin Hadis ve Sünnete Bakışı başlığını taşıyor. Hanefî mezhebinin furu konusundaki en önemli ve kapsamlı kaynaklarından birini teşkil eden Mebsûtun müellifi Serahsînin, kitabına mukaddime olarak kaleme aldığı Usûlünden hareketle onun Sünnet ve hadise nasıl baktığını inceleyen Mehmet Özşenel, Serahsînin ravide bulunması gereken şartlar konusundaki görüşlerinin genel olarak hadis usulü ile paralellik arz ettiğini, farklılığın daha ziyade ravide fıkıh özelliğinin öne çıkarılmasında ve bu şartların zahirî ve batıni şeklinde ikiye ayrılmasında kendini gösterdiğini ifade ediyor. Özşenel sonuçta Serahsînin Sünnete bakışında fıkıh merkezli bir yaklaşımın hâkim olduğunu ve hadis rivayeti ile ilgili konularda Hanefî mezhebinin görüşlerini yansıtan kendine has bir dil, kavramlaştırma ve metodoloji takip ettiğini dile getiriyor.
Fıkıh usulü konularına dair son makale Soner Dumana ait: Usul Kurallarının Şâfiî Furû Fıkıh Eserlerinin İbâdât Bölümlerinde Uygulanışı: el-Minhâc Şerhleri başlıklı çalışmasında Duman önce usul-i fıkıh literatüründeki fukaha yöntemi ve mütekellimîn yöntemi olarak ayrılan telif yöntemlerine atıfla fukaha yönteminin genellikle Hanefîlere nispetle anıldığını ve usul ilminde furû meselelere çokça yer vermekle bilindiğini buna karşılık mütekellimîn yönteminin çoğunlukla Şâfiî müelliflere nispet edildiğini ve furû meselelere çok az yer vermekle bilindiğini belirtiyor, sonra da Şâfiî furû eserlerinde usul kurallarının ve küllî fıkıh kaidelerinin kullanım sıklığı ve keyfiyetini Nevevînin el-Minhâc metnine şerh olarak yazılmış meşhur üç eser üzerinden ibâdât bahisleri çerçevesinde inceleyerek tesbit ettiği 27 kuralı ve ilgili meseleleri ortaya koyuyor.
Osmanlıcılık İdeolojisi ve Osmanlı Hâkimiyeti Sonrası Türk-Arap İlişkilerinde Değişim ve Süreklilik başlıklı makalesinde M. Talha Çiçek, Dîvânın geçen sayısında (2012/1, sy. 32) ele aldığı Arap İhaneti temasını bu sefer başka bir bağlamda test ediyor: döneme dair çalışmalarda genellikle ihmal edilmiş olan, Osmanlının Arap vilayetlerindeki hâkimiyetinin sona erdiği 1918 senesi sonrasında Türk-Arap ilişkilerinde Osmanlıcılık ideolojisinin etkisi. Bu makalesinde Çiçek bir yandan Osmanlıcılık ideolojisinin etkilerini, 1918 sonrası Türk-Arap ilişkileri ve Türkiye-Suriye örneğinden hareketle, imzalanan anlaşmalar ve hayata geçirilmesi planlanan projeler çerçevesinde değerlendirirken öte yandan da 1918 sonrasında Türkler ile Araplar arasındaki işbirliği çabalarına ve bu çabalarda Osmanlı Devleti ve Hilafetinin sahip olduğu önemli mevkie değiniyor.
Son makalemiz Mehmet Birgüle ait: İbn Rüşd ve İbn Teymiyyede Bireyin Tanımı ya da İslam Düşüncesinde Özgün Bir Konseptüalizm ve Özgün Bir Nominalizm Örneği başlıklı çalışmasında, kökeni Platon ve Aristotelese uzanan tümeller sorunu ile ilişkili olduğunu belirttiği bireyin tanımı konusunu İbn Rüşd ve İbn Teymiyye çerçevesinde ele alan Birgül, Bireyin tanımlanması, yalnız kendisi ile özdeş olan bireyi bir tümel olarak kavramak anlamına geleceği için, kendi içinde bir paradoks oluşturmaz mı? sorusuna varolma-varolmama analizi ile bir çözüm üretmeye çalışan İbn Rüşdün, bu orijinal problem hakkındaki analiziyle, özgün bir konseptüalizmin; Aristotelesçi ontolojiyi eleştirerek, doğrudan doğruya mahiyet kavramına dayanan tümel-tikel çözümlemesine ve dolayısıyla Meşşaî tanım teorisine hücum eden İbn Teymiyyenin ise yine özgün bir nominalizmin ipuçlarını ortaya koyduğunu ifade ediyor.
Gelecek sayımızda buluşmak üzere...
Dîvân: Disiplinlerarası Çalışmalar Dergisi