36

Makaleler

Roger Penrose’da Matematiksel Platonculuk

Matematiksel nesneler fiziksel nesnelerden bağımsız birer “varlık” mıdır? “Matematik nesneler” olarak tanımladığımız simetri gruplarının, Laplace operatörleri ya da yarı simetrik hiperbolik fonksiyonların “varlık”ı nedir ya da nasıl tanımlanabilir? Varlık şartı matematik nesneler için bu dünyanın dışında mıdır yoksa bu dünya içinde tanımlanabilir mi? Bu dünyanın ötesi ya da idealar dünyası var olabilir mi? Tüm bu sorular açısından baktığımızda, matematik nesnelerin gerçekliği sorunu düşünce tarihini boyunca birçok tartışmanın konusu olmuştur. Platon bu soruya idealar dünyası ile bir cevap vermeye çalışmıştır. Bu yaklaşım matematik tarihi içindeki birçok öngörü ile uyuşmaktadır. Matematik felsefesinin temel tartışmalarından biri olan matematik nesnelerin varlığı sorunu Frege, Hilbert, Brouwer, Russell, Turing ve Gödel’in dâhil olduğu tartışma ve açıklama süreçlerinden geçerek, son dönemin öne çıkan teorik fizikçilerinden Roger Penrose’un görüşleri bağlamında incelenmektedir. Yaşayan önemli fizikçilerden olan Roger Penrose matematiği Platon’un idealar dünyasına benzer bir “öte varlık” alanı ile ilişkilendirmekte, bu tartışma ve açıklanmalar dolayısıyla Penrose tarafından savunulan yaklaşım “matematiksel Platonculuk” olarak adlandırılmaktadır. Matematiksel Platonculuk, matematiksel nesnelerin zamandan, mekândan ve onu düşünen insan zihninden bağımsız olarak var olduğunu iddia eden felsefi görüştür. Bu bakımdan matematiksel nesneler, örneğin kümeler, sayılar ve matematiksel operatörler vb. kendinde nesneler olarak vardır. Matematik, evrenin altında yatan insanın yalın algısından uzak bir varlık düzleminden pay almaktadır ve insan zihni bu payın çözücüsüdür. Penrose için “matematiksel nesne”ler üzerine söz söylemek, temel olarak “fiziksel nesne”ler hakkında yargıda bulunmakla eşdeğerdir.

Baha ZAFER
Yapay Zeka ve Bilim Felsefesi

Bilimsel buluşlar üzerine yapay zekada yapılan yeni araştırmalar bilim konusunda daha önce gözardı edilmiş olan bir dizi önemli hususu ortaya çıkarmıştır. Yapay zekacı bilim adamları tarafından bilim tarihindeki buluşların farklı yönlerini araştırmak üzere geliştirilen bir dizi bilgisayar modeli, hipotez oluşturma, hipotez testi ve değerlendirmesi bilimsel araştırma faaliyetinin sadece küçük bir parçasıdır. Bu çalışma yapay zeka açısından, bilimsel yaratıcılık, bilimsel araştırmanın süreçleri, bilimsel araştırmanın boyutları ve bilginin araştırmadaki rolünü incelemektedir.

Şakir KOCABAŞ
Kadim Bir Soruya Yerli Bir Cevap Arayışı: Gerçekliğin Lisanda (Tamlıkla) İfadesi Mümkün mü?

Gerçekliğin bilinmesi ve lisanda ifade edilebilmesi sorunu genelde epistemolojinin özelde bilim felsefesinin en önemli tartışma konuları arasındadır. Bu makalede gerçekliğin lisan aracılığı ile tasvirinin mümkün olup olmadığı sorusu, mühendislik bilimleri, mantık, yapay zekâ ve bilim felsefesi ile ilgili titiz ve derinlikli çalışmalar yapan Şakir Kocabaş’ın yaklaşımı üzerinden ele alınıp tartışılmaktadır. Felsefe-Bilim’de karşılaşılan sorunların doğru anlaşılması ve çözülebilmesi için öncelikle İfadelerin Gramatik Ayırımının yapılması gereğine dikkat çeken Kocabaş gerçekliğin bugüne kadar Batı düşünce geleneği ve tercüme hareketi sonrası İslam düşüncesi içinde tamlıkla ve tutarlı olarak tasvir edilemediğini, bu görevi ancak ve sadece güçlü ve doğru bir kavram sisteminin (lisan) yerine getirebileceğini ileri sürmekte, bu amacı gerçekleştirmek üzere güçlü ve doğru lisanın biricik kaynağı olarak kabul ettiği Kur’an kavramlarını analitik yöntemlerle araştırmaktadır. Bu makalede Kocabaş’ın geliştirmeye çalıştığı bilim anlayışı ile onun İslam ve Batı düşünce tarihi hakkındaki yargıları eleştirel bir gözle incelenmektedir. Üç adımda ele alınan Kocabaş’ın projesinde ifadelerin gramatik ayrımına yönelik uyarıları zorunlu, fizik ile gerçeklik arasında kurmak istediği ilişki mümkün, Kur’an kavramlarına dayalı bilim arayışı ise muhal olarak tavsif edilmektedir.

İshak ARSLAN
Modern Bilimde Pratiğin Kurucu Etkisi: Homo Faber-Homo Economicus Dayanışması

Modern bilimin bir devrim olarak düşünce tarihinde belirmesine ilişkin kabuller, onun epistemolojik yapısının biricik bir unsur olarak Batı’ya has geliştiğini, bu yapının da zorunlu olarak Sanayi Devrimi ve sonrası modern toplumun pratik taleplerini düzenleyecek yetkinliğe ulaştığını öne sürmektedir. Bu çalışmamızda yeni bir yöntem üzerinden 16. yüzyıl boyunca Avrupa’da doğa felsefesi alanında ortaya çıkan gelişmelerin arka planına ilişkin olarak, “değişimlerin, ontolojik güven inşasında birinci derece rol oynayan günlük pratik deneyimlerin ve mekanik sanatların, toplumsal sınıf rekabetinde temel unsur olduğu” sonucuna ulaşılmıştır. Dış dünyaya ilişkin simgesel algı problemi, vakıaya uygun bilgi üretiminde deneysel bilim ve mekanik sanatların tek kanal üzerinden ortaya çıkmasını sağlamıştır. Bu kanalın sürekliliği, yeni düzende etkin rol alan burjuva ve sanatkârların var olma mücadelesindeki dayanışmalarına bağlı olarak kalıcı hâle gelmiştir. Bu sürecin bir sonucu olarak ortak akıl ile denetlenebilir ve doğrulanabilir bilgi düzeni, zihniyet dönüşümüne sebep olmuş ve çağdaş tekhne ortaya çıkmıştır.

Selami ÇALIŞKAN
Laboratuar Yaşamının Antropolojisi: Bruno Latour’un Bilim İncelemeleri ve Metafizik Sonuçları

Her ne kadar sosyal bilimler literatüründe pozitivizm eleştirisi ile bilimin ayrıcalıklı konumu alaşağı edilmiş olsa da, günümüz tekno-bilimi hayatımızın her noktasına nüfuz etmeye devam etmektedir. Gündelik aygıtların üretiminden siyasal kararların alınmasına kadar yaşamın tüm alanları bilim ve teknoloji ile belirlenmektedir. Çağdaş tekno-bilimin doğasını anlama konusunda en önemli katkılardan birisi de bilimin sosyolojisi çalışmalarıdır. Bu makalede bilim sosyolojisi literatürü içerisindeki tartışmalar sonucu oluşan laboratuar incelemelerini, özellikle de Bruno Latour’un laboratuar çalışmalarından çıkan, sosyal bilimler için yeni bir yaklaşım olan aktör-network teorisinin oluşumunu ve bu teorinin metafizik sonuçlarını inceliyorum. Metnin birinci bölümünde bilim sosyolojisinin gelişiminin kısa bir özetini yaparak, Latour ve Woolgar’ın Laboratuar Yaşamı kitaplarının oturduğu arka planı göstermeye çalışıyorum. Bilim sosyolojisinin kurumsallaşmasına doğru giden süreci aktardıktan sonra, 1970’li yıllarda bilimi sosyolojisi çalışmalarının yoğun tartışmalarını panoramik olarak aktarıyorum. Böylece Latour’un Merton’cu ve Kuhn’cu bilim sosyolojisinden, Edinburgh Ekolü’nün bilimsel bilgi sosyolojisinden hangi hususlarda ayrıldığını ve nasıl yeni yaklaşımlar getirdiğini gösteriyorum. İkinci bölümde Woolgar ve Latour’un laboratuar incelemelerini bir önceki bölümde aktarılan bilim sosyolojisi literatürü içerisinden tartışarak inceliyorum. Ayrıca bu bölümde Latour’un nörobiyoloji laboratuarında yaptığı gözlemlerden hareketle modern bilimin doğasına dair tespitlerini izah ediyorum. Latour’un, nasıl tüm laboratuar pratiğini bir yazı/kayıt sistemi olarak ele aldığını, bilimsel üretimi bir gramatik operasyon olarak değerlendiğini ve bilim adamını kredi arayışında olan bir zanaatkâr olarak tasvir ettiğini açıklıyorum. Ardından onun eserlerindeki genelleştirilmiş simetri yaklaşımını, modern doğa-kültür dikotomisine yönelik eleştirilerini aktarıyorum. Son olarak, Latour’un çalışmalarında ürettiği sosyal ontolojiyi gözden geçirip felsefi tazammunlarını tartışarak, aktör-network teorisinin nesne-merkezli ve realist-inşacı metafiziğinin önemini ve çağdaş felsefe dünyasındaki yerini tartışıyorum. Bilinç, benlik, özne, insan gibi kavramları devre dışı bırakarak nasıl post-fenomenolojik ilişkisel bir ontoloji geliştirdiğini tartışıyorum. Yazıdaki temel iddiam, Latour’un bilimin sosyal boyutlarına dair yaptığı antropolojik incelemelerin giderek sosyolojik bir metodolojiye ve felsefi bir sisteme dönüştüğüdür. İnsan ve özne kavramlarının ötesinde, yeni öznellik biçimlerini düşünebilmek için Latour’un nesne-merkezli, inşacı ontolojisinin yeni imkânlar sunduğunu öne sürüyorum.

Metin DEMİR
Teknoloji ve Teemmül

Bu çalışmada, Heidegger’in düşüncesinden hareketle, çağımızın temel bir meselesi olarak teknolojiyi, dolayısıyla da varlığın teknolojik kavranışını tartışacağız. Çağımıza hâkim, otonom bir fenomen hâline gelmiş bulunan teknoloji, insan ile varlığın arasına girmekte ve insana varlığın teknolojik bir kavranışını dayatmaktadır. Bu problematik kavrayış, insana varlıkla bağını unutturmakta ve ona yeryüzünde bulunuşun anlamını, giderek de anlamın kendini kaybettirmektedir. Hesâbî ve/veya temsilî düşünme, teknolojik kavrayışı beslemekte ve desteklemektedir. Heidegger teknolojik kavrayışa karşı antidot olarak teemmülî düşünme tarzını öne çıkarmaktadır. Düşünmenin aslı teemmüldür. İnsan “düşünen varlıktır” derken kastedilen onun “teemmül eden bir varlık” olmasıdır. Teemmül, bizi dinginliğe (Gelassenheit), dolayısıyla varlığın hakikatine götürür. Heidegger, teemmülî düşünme ve dinginlik çerçevesinde, teknolojiye ve teknolojik kavrayışa karşı, iki mühim tavırdan söz eder: “eşyaya karşı kayıtsızlık” ve “gizeme açıklık”. Dinginlik içre ve teemmül üzere yaşayan insan, teknolojiye “hem evet hem hayır” demesini, dolayısıyla da teknolojik aygıtlarla uygun bir ilişki kurmasını bilir. Keza, varlıkla bağı taze kalan bu insan, yeryüzünde dingin ve anlamlı bir şekilde ikamet etmek nedir, bunu bilir. Heidegger’de teemmülî düşüncenin “eşyaya karşı kayıtsızlık”ın yanı sıra bir diğer bileşeni -işaret ettiğimiz üzere- “gizeme açıklık”tır. Biz her iki bileşeni teknolojik dünyamızda deneyimleyebiliriz. Kendimizi gizeme açık tuttuğumuzda, dünyanın temsilî ve/veya hesâbî tasavvurunun dar ufuklarının ötesine geçmek mümkün olabilir. İmdi, bu surette biz, gizem olarak kalanı ya da kalması gerekeni bilimin indirgeyici ışığından kaçırabilir ve gizemin muammalığına saygı duymasını öğrenebiliriz. Bilimin veya teknik aklın gizeminden-ettiği dünyamızda, gizeme yani ölçülemeze, tanımlanamaza, kavranılamaza yeniden yer açabilir ve ölçünün, hesabın, tasarımın ve nesneleştirmenin çözülmüş-çözülecek bir şeyden ibaret olarak tasavvur ettiği varlığa sürpriz-karakterini iade edebiliriz; öyle ki, bu durumda, önüne-koyduğu (vor-stellen) her şeyi kolayca “bilme nesnesi” hâline getirip kendi terimlerine tercüme ederek tüketen teknik-bilimsel aklın indirgemeci tavrına karşı daima teyakkuz hâli içinde oluruz. Sonuçta, “eşyaya kayıtsızlık” ile “gizeme açıklığı” uhdesinde tutan insan, “hem evet hem hayır” dediği teknolojiyle uygun bir ilişki tarzı geliştirebilir ve yeryüzünde dingin bir ikamete yol bulabilir.

Özkan GÖZEL
Türkiye’de Bir Mantık Geleneğinden Söz Edilebilir mi? Tematik ve Bibliyografik Bir Soruşturma

Bu çalışmada “Türkiye’de bir mantık geleneğinden söz edilebilir mi?” sorusu tematik bibliyografya bağlamında sorgulanmaya çalışılmıştır. Zira bir geleneğin var olup olmadığı, doğrudan ilgili çalışmaların evvel emirde bibliyografik soruşturmalarından geçer. Bu bağlamda bizler Türkiye’de bir mantık geleneğinin varlığının imkânını tematik bir bibliyografya hazırlayarak soruşturmak istedik. Diğer yandan çalışmamız salt bir disiplin olarak mantıkla ilgili olduğu kadar aslında tüm felsefi ve ilmî faaliyetlerin bir zemini olarak mantık çalışmalarının geldiği yeri de göstermeyi amaçlamaktadır. Bibliyografyamız harf devriminin gerçekleştiği 1928 yılı ile 2014 yılları arasında Türkiye’de mantık özelinde ve mantıkla ilgili olan diğer alanlarda yapılmış başta kitap çalışmaları olmak üzere, doçentlik, doktora ve yüksek lisans çalışmaları, makaleler, tebliğler, sempozyum bildirilerini kapsamaktadır. Çalışmamız daha önceki bibliyografyalarda görülmeyen tematik tarzda yapılmıştır. Tematik olmasının en önemli nedeni mantık disiplinin hangi konularında ne kadar çalışmanın yapıldığını tespit etmek, çalışılmamış veya az çalışılmış konularına dikkat çekmek ve mantık alanında çalışanlara daha fazla yardımcı olacağını düşünmemizdir. Son olarak Türkiye’de mantık çalışmalarıyla ilgili yaptığımız bu çalışmadan yola çıkarak bazı sorunlar tespit edilmiştir. Bunlar en önemlisi Türkiye’de yapılan mantık çalışmalarının mantık tarihi tasavvurundan bağımsız, daha çok akademik kaygılarla yapıldığı için fazlasıyla spesifik çalışmalar şeklinde olmasıdır. Aşırı uzmanlaşmanın bir sonucu olarak mantık neredeyse kavram ve sorunlarını kendisinden aldığı felsefe tarihinin kendi özgül bağlamından kopartılmaya çalışılmaktadır. Bunun en önemli göstergesi mantık felsefesi (meta-mantık) konusunda bir iki istisnanın dışında hiçbir çalışmaya rastlamamış olmamızdır. Belirttiğimiz bu sorunların dışında ileriye yönelik bazı öneriler de yapılmıştır: Geldiğimiz noktada bugün mantık tasavvurumuzu yeniden ihya ve inşa etmek için önerilerimizden biri, Türkiye’de salt mantık çalışmalarına hasredilmiş bir “Mantık Araştırmaları Merkezi”, “Mantık İhtisas Kütüphanesi” ve “Mantık Araştırmaları Dergisi” kurulmasıdır. Mantık araştırmalarına hasredilmiş merkez, kütüphane ve dergi Türkiye’de bir mantık geleneğinin oluşumunda vazgeçilmez bir öneme sahip olacaktır. Tematik mantık literatüründe ilgililerin de fark edeceği üzere spesifik mantık çalışmalarının yanısıra özellikle bilim, bilgi ve dil felsefesiyle de ilgili bazı çalışmalar zikredilmiştir. Bu durum mantık çalışmalarının ilgili disiplinlerden kopuk ve bağımsız ele alınamayacağı gerçeğini göz önünde bulundurma ihtiyacından kaynaklanmıştır.

Mehmet ULUKÜTÜK

Kitap Değerlendirmeleri