Bu yazı çağdaş Fransız filozofu Alain Badiou üzerine odaklanmaktadır.Temel eserlerini 1980 sonrasında vermiş olan Badiounun düşüncesi, gerek dünyada yaşanan yeni toplumsal,siyasal gelişmelerle gerekse 1990lı yılların postmodern gündeminin geri çekilişiyle birlikte entelektüel alanda popülerlik kazandı. Üst-anlatıların bittiği, felsefenin söyleme indirgendiği ve hakikatin artık mümkün olmadığı iddialarının yaygınlık kazandığı bir atmosfer içinde Badiou, hakikati yeniden değerlendirmektedir. Bu temel hedef doğrultusunda; etik-politik düzlemde çok-kültürcü eğilimlere ve kimlik siyasetine, sosyal araştırmalar düzleminde kültürel çalışmalara ve felsefi düzlemde rölativist yaklaşımlara karşı çıkmaktadır. Felsefenin sonunu ilan eden yorumbilimsel, analitik ve postmodern eğilimleri eleştirerek felsefe için yeniden bir varlık çağrısında bulunmaktadır. Ona göre felsefe ölmemiştir. Felsefe kendi hakikat koşullarına bağlı olarak işleyen ayrı bir düzlemdir. Badiou insanın dört hakikat kapasitesine sahip olduğunu düşünür; politika, bilim, sanat ve aşk. Felsefe bu hakikatleri birarada düşünme pratiğidir. Dili model alarak hakikatin sonunu ilan eden yaklaşımları eleştiren Badiou, matematik üzerinden hakikati temellendirmeye girişir. Varlık ve Olay isimli temel eserinde ontolojik bir tartışma açmaktadır. Badiou düşüncesinde matematik ontolojidir, felsefe ise meta-ontolojidir. Varlığı varlık olarak düşünmenin adı matematiktir ve özel olarak da küme teorisidir. Ontoloji projesinde Badiou, klasik metafizik bir probleme çözüm aramaktadır: Varlık esas olarak çok mudur yoksa bir midir? Badiou klasik metafizik problemi tutarsız çokluk, tutarlı çokluk kavramsallaştırmaları üzerinden çözmeye çalışır. Onun ontoloji projesinin temel amacı varlık olarak varlığı boşluk üzerinden düşünmektir ve hedef, varlığın açıklığını (oluş) temellendiren bir ontolojik modeldir. Boşluğa küme teorisinde boş küme olarak işaret edilir. Bir olarak sayma (count as one) işleminden oluşan tutarlı çokluklar (birlik) sürekli olarak içinde boş kümeyi barındırdığı için varlık sonsuz açıklıktır. Boş kümeyle işaret edilen boşluk, ontolojinin sınırıdır ve onu olay analizi izler. Verili durumdan kopuşu ifade eden olay, hakikat sürecinin başlangıcıdır. Buna göre hakikat, olay sonrasında açığa çıkan bir üretim sürecidir. Hakikat sürecini Badiou karar verilemezlik, ayırt-edilemezlik, sadakat, özne kavramları üzerinden analiz etmektedir. Yazının temel eksenleri buradan açığa çıkmaktadır; varlık, olay, özne ve hakikat süreçleri. Bu temel eksenler çerçevesinde bu makalede, Badiou tarafından geliştirilen düşüncelerin sistematik bir sunumu gerçekleştirilecektir. Ardından onun düşüncesinin politik sonuçlarına değinilecek ve klasik Marksist çerçeveden hangi noktalarda ayrıştığına işaret edilecektir. Sonuç kısmında ise Gezi sonrasında açığa çıkan tartışmalar gözönüne alınarak Badiounun Türkiyede alımlanmasına dair bir değerlendirmede bulunulacak ve bu doğrultuda Gezinin Badioucu anlamda bir o
Hüseyin ETİLBu makale, öncelikli olarak teorisyenlere yöneltilmiş olan, fakat bütün bir disiplin için içerimleri bulunan bir öneriyi biraz daha ileri taşımaktadır: rutinleşmiş kanonların hikâyesini küresel, kültürler-arası (ya da karşılaştırmalı) bir siyaset teorileştirmesine yönelişle değiştirmek ya da tamamlamak önerisi. Burada önce, bu yönelişin bugün neden uygun olduğuna yönelik jeopolitik ve genel entelektüel gerekçeler sunuyorum ve bu yönelişi destekleyen çeşitli teorik ya da felsefi esin kaynaklarını tartışıyorum. Ardından, karşılaştırmalı siyaset teorileştirmesine yönelik bazı güncel örneklere dikkat çektikten sonra, bazı eleştirel sorgulamalara cevap vererek ve bununla birlikte monologun ötesine geçmenin daha geniş içerimlerine işaret ederek makalemi sonlandırıyorum.
Fred DALLMAYRİslam dünyasında yaşanmakta olan mezhepsel çatışmaları durduracak çözümlerin teorik zeminini inşa etmek için bu meseleye teorik yaklaşımın hangi temel üzerine oturacağı hususu öncelikle ele alınmalıdır. Ana kaynaklara dönüşçü bir iddiası bulunan mezhepler üstü bir din anlayışı temelinde mezhepsel barışın temini, sözü edilen yaklaşımlardan birisidir. Bu yaklaşımda modernizmin tanımlayıcı, dizayn edici, merkezci ve tek tipçi karakteri hemen kendi belli etmektedir. Diğer yaklaşımda ise farklılıklara açık -çok kültürlü post-modern karakter egemendir. Tüm mezhepsel-cemaatsel oluşumlar doğruluklarına, yanlışlıklarına bakılmaksızın bir gerçeklik olarak kabul edilir ve ilişkiler teolojik veya teorik tespit ve yönlendirmelerden uzak bir şekilde çoklu ve eşit bir atmosfer içerisinde düzenlenerek belli bir uzlaşmaya varılmaya çalışılır. Bu çalışmamız söz konusu her iki yaklaşımı olumlu ve olumsuz yönleriyle tartışmaya açmakta ve buradan hareketle bazı çözüm önerileri sunmaktadır. Özellikle post-modern yaklaşım değerlendirilirken Osmanlı millet sistemine referans yapılmakta, bu sistemden mülhem Lübnanın mezhep esaslı idari sistemi ele alınmakta, yine mezhep esaslı bir sistem olarak İran İslam Cumhuriyetinin ilgili anayasal kuralları konumuz açısından tartışılmaktadır. Bu tahliller ışığında varılan sonuç, ortak tasavvurlar etrafındaki, eşitlik ve çokkültürlülük üzerindeki bir toplumsal sözleşmenin mezhepsel barış açısından en elverişli idare biçimlerinin temelini teşkil edeceği fikridir. Bu açıdan bir yönetim tarzı olarak müzakereci demokrasi, uygulamadaki tüm zorluklarına rağmen üzerinde çalışılmaya değer bir nitelik arzetmektedir.
Mehmet Ali BÜYÜKKARAİnternetin gelişi, içerisinde insan türünün potansiyellerinindaha fazla ortaya çıkarılabileceği nedeyse sınırsız bir iletişim çağının başlangıcı olarak sitayişle karşılanmaktadır. Oysa dünya çapında siyasi bölünmeler göz önüne alındığında ve özellikle yeni interaktif araçların sosyal gerçeklik algısı üzerindeki etkileri söz konusu olduğunda, bir gerçeklik testi yapmak yerinde olacaktır. Web 2.0ın araçsal doğası ile kullanımındaki ikirciklik, genellikle gözden kaçırılıyor gibi görünmektedir. Gerçekte, kitle davranışının tipik özellikleri olan telkine açıklık, düşünmeden hareket etme, çabuk öfkelenme gibi nitelikler, dijital kitle yapısı içerisinde daha da şiddetlenmektedir. Bir yüzyıl önce Gustave Le Bonun teşhis ettiği bu fenomenler, otomatikleşmiş iletişimin ve yeni yayının niyetlenmemiş sonuçları olabilirler. Yeni teknolojilerin özellikleri, duygusal bir bize karşı ötekiler zihniyetine dayanan genel ilke etrafında şekillenmiş tarafgirlik ile propagandayı ve daha az dengeli ya da tarafsız davranışları desteklemeye meyyaldir. Şayet yeni medyanın, iletişimin özü olan diyalog için potansiyellerini değerlendirmeyi arzu ediyorsak, bu araçların beklenen ve beklenmeyen sonuçlarını kitle psikolojisi açısından değerlendirmeliyiz. İnternet kullanımı, yeni bir iletişim etiği ve internetin sosyal etkilerine dair bir duyarlılık ile ikmal edilmelidir.
Hans KÖCHLER17. yüzyıl filozoflarının -ki Thomas Hobbes bunların en belirleyici olanıydı- seküler bir zeminde, mekanistik bir yaklaşımla,mekanik terimlerle ve analitik geometrik yöntemle formüle ettiği toplum, siyaset ve devlet düşüncesi, ana hatlarıyla modern siyaset düşüncesinin paradigmatik sınırlarını ve nihai çerçevesini oluşturmuş ve bugüne değin belirleyici olmayı sürdürmüştür. Ne var ki, modern siyaset tasavvurunun kök metaforu olan mekanizma düşüncesinin çağdaş kozmolojide bir karşılığı yoktur. Hâlihazırda siyaset felsefesi alanında yaşanan bunalımın ve köklü değişim ihtiyacının ardında yatan başlıca nedenlerden biri, modern siyaset algısının üzerine inşa edildiği mekanizmacı kök metafor ile bugünkü gerçeklik algısı arasındaki bu uyumsuzluktur. Modern siyaset tasavvurunun mekanizmacı kökenlerinin incelendiği bu çalışmada, kozmolojik algılarla siyaset düşüncesi arasındaki metaforik bağ özellikle Hobbesun kurucu siyaset modeline referansla ele alınmıştır. Metafor ve modeller düşüncenin aktarılmasını kolaylaştıran estetik kalıplar olduğu kadar algılanan gerçekliği tesis eden ontolojik unsurlardır. İlgili literatürde, dünya görüşünün metaforlar üzerinden kurgulanması işlemi kök metafor olarak adlandırılan bir sembolik aktarım biçimi ile ifade edilmiştir. Kök metaforlar belli bir dönemin düşünürlerinin genellikle bilinçaltında verili kabul ettikleri ortak ve temel ön-kabulleri oluşturur. 17. yüzyıl, Avrupa düşüncesinin Aristotelesçi dünya tasavvurundan modern dünya tasavvuruna geçtiği son derece kritik bir dönemdir. Bu döneme kadar tüm gerçeklik, anlam ve değere kaynaklık eden hiyerarşik ve ahlaki bir bütün olarak algılanmaktayken, 17. yüzyıldan sonra Avrupalı zihin için gerçeklik matematiksel olarak ifade edilmiş fiziksel bir uzama dönüşmüştür. 17. yüzyılda yaşanan kozmolojik tasavvurdaki bu değişim, dolayısıyla, Avrupalılar için organizma kök metaforundan mekanizma kök metaforuna geçişi de ifade etmektedir. Mekanizma kök metaforunun modern toplum ve siyaset tasavvuruna etkisi pek derin ve belirleyici olmuştur. Zira cansız, ruhsuz ve birbirine benzer sonsuz sayıdaki fiziksel parçacığın bir araya gelmesiyle oluştuğu varsayılan bir niceliksel evrenin anlama ve değere kaynaklık etmesi artık mümkün değildir. Nitekim yeni gerçeklik tasavvurunda siyaset, aşkın değerler sisteminden soyutlanmış, müstakil bir alan haline gelmiştir. Bu minvalde, siyasal anlam ve değerler insanmerkezli bir temelde tanımlanmaya başlamıştır. Modern siyaset tasavvurunun kurucu zihni Thomas Hobbestur. Mekanizma kök metaforuna dayalı siyasal anlayış ilk defa Hobbesun siyaset ve devlet modelinde inşa edilmiştir ve günümüze değin modern siyaset yaklaşımı Hobbesun çizdiği genel çerçeve içerisinde kalmayı sürdürmüştür.
M. Akif KAYAPINARBu makale din, siyaset ve devrim arasındaki ilişkiye dair özünde Foucaultcu bir okuma sunmaktadır. Schmitte göre modern çağ, Hristiyan Avrupanın teolojik-politik projesinin iflasının siyasal olarak ihmal edilmiş ifadesidir. Schmitt, kendisinin siyasal kabul ettiği tek yönetim formu olan egemen siyasetin, liberalizmde örneğini bulduğu üzere yalnızca ekonomiye indirgenmesi olarak gördüğü modern çağı mahkûm ederken, Blumenberg modern çağı insanın Baconcı anlamda kendini ortaya koyma biçiminin olumlanması yoluyla, Hristiyan nominalizminin harap alanının yeniden temellük edilmesi olarak görür. Bu makale ise Schmitt ve Blumenberg tarafından önerilen klasik çerçevelerin ikisini de reddetmektedir. Makalenin iddiası şudur: modern çağın siyasi problematiği ne ihmal (Schmitt) ne de yeniden temellük (Blumenberg) olarak anlaşılabilir. Aksine ancak vahye dayalı dinin, özelllikle Kuzey Atlantik bölgesi Hristiyanlığının, teolojik-politik problematiğinden temelde heterojen nitelikteki farklılığı sayesinde kavranabilir. Tamamen ayrı türden olup, kıyaslanamaz nitelikteki bu iki problematiği birbirinden ayıran heterojen farkın kaynağı, söz konusu geleneklerin her birinde siyasetin, hükmetmenin ve yönetimin sorunsallaştırılmasının gerçekleştiği uzay-zamansal imkân ve uygulama ufuklarındaki farklılıkta yatmaktadır. Buna göre bir yanda yaratılış ve kurtuluş zamanı, diğer yanda olgusallık (facticity) ve sonluluk (finitude) zamanı yer alır.
Michael DILLONAdalet ve daire kavramlarından mürekkep olan adalet dairesi, izlerine Sasanîler öncesi İran, Mezopotamya ve Hint kaynaklarında rastlanan, adalet çerçevesinde formüle edilmiş şekliyle ilk kaynaklarını Sasanîler döneminde ve Helenistik dönemin izlerini taşıyan Sırrül-esrâr adlı eserde bulan, İslâm kaynaklarında ise dönüşerek ve zenginleşerek yaygınlık kazanan kadim bir kavramdır. Adalet dairesi kavramı, teorik arka planı ve ilkeleri cihetiyle klasik ahlâk felsefesi ile doğa tasavvuru, kozmoloji ve metafiziğe dayanmaktadır. Siyasi yönüyle ise bu kavram, meşruiyet kaynağını dinden ve hukuktan alan, içtimai, iktisadi ve askerî gücü toprağa bağımlı, gayesi kemal ve süreklilik (bekâ), vasıtası ve temeli ise adalet olan mülk siyasetinin muhtasar ve müfid bir ifadesidir. Bu literatür denemesinde, özellikle ortaçağ siyaset ve ahlâk düşüncesinin en temel ve önemli kavramlarından biri olan adalet dairesi kavramının kısa formunun, başlangıcından 16. asrın sonuna kadar, İslâm siyaset düşüncesindeki seyri, tahlilî (teorik) değil, tasvirî (tarihsel) bir çerçevede ele alınacaktır. Bu tarihsel çerçeve içinde, kısa formun türleri, kaynakları, unsurları, tanımları, kullanıldığı bağlamlar, kısa formu zikreden eserler, bu eserlerin türleri ile kaleme alındıkları devletler ve coğrafyalar ayrıntılı ve bütünlüklü bir biçimde resmedilmeye çalışılacaktır. Bu bağlamda, bu makalenin amacı, hususen şu sorulara cevap aramaktır: Adalet dairesinin kısa formunun kaç türü vardır? Bu türlerin kaynakları kimlere nispet edilmektedir? Bu kısa versiyon İslâm siyaset kültürüne nasıl intikal etmiştir? Kısa versiyon İslâm siyaset düşüncesine ait hangi türdeki eserlerde yer almaktadır? Bu kaynaklar hangi dönemde, hangi coğrafyalarda, hangi devletlerin idaresi altında ve hangi idareciler için kaleme alınmıştır? Bu eserlerde adalet dairesinin kısa formunu tanımlamak için hangi ifadeler kullanılmaktadır? Kısa formu oluşturan unsurlar nelerdir ve bu unsurlar hangi bağlamlarda ele alınmaktadır? Bu sorular çerçevesinde bakıldığında, üç türüyle beraber adalet dairesi kavramına ait kısa formun İslâm siyaset kültürüne dışarıdan dâhil olan bir kavram olduğu anlaşılmaktadır. Böyle olmakla birlikte, adalet dairesi kavramının kısa formunun, sözlerin nispet edildiği şahıslar ve kullanıldığı bağlamlar, kavramın tanımlanması, eserlerin türleri, devletler ve coğrafyalar açısından değerlendirildiğinde, İslâm kaynakları tarafından meşrulaştırılmak ve uyarlanmak suretiyle İslâm siyaset düşüncesinde zenginleştiği ve yaygınlaştığı görülmektedir.
İlker KÖMBEMemlükler dönemi Kahiresinde yaşayan Celâlüddîn es-Süyûtînin (ö. 911/1505) aklî ve naklî ilimlere dair yaklaşık beş yüz eser kaleme aldığı ifade edilmiş ve yazdığı eserler nitelik itibariyle İslam dünyasının tamamında rağbet görerek bütün İslam coğrafyasına yayılmıştır. Süyûtî, siyasi hayatında âlim sorumluluğunu sürekli gözetmiş ve dönemindeki birçok siyasi ve sosyal meseleye müdahil olmuştur. O, sultan ve ulema arasındaki ilişkinin nasıl olması gerektiğine dair yazdığı risalelerle sünnet-i seniyyeye göre bir âlimin ideal siyasi tavrını resmetmeye çalışmıştır. Bu makalede Süyûtînin eserleri dikkatle incelenmiş ve siyasete dair yirmi iki risalesinin olduğu tespit edilmiştir. Nitekim bunlardan birisi de Süyûtînin Mâ revâhül-esâtîn fi ademil-mecîi iles-selâtîn adlı risalesi olup yönetici ve âlim ilişkisini düzenleyen rivayetlerin derlenmesiyle oluşturulmuştur. Müellif, daha sonra bu eserin özeti mahiyetindeki er-Risâletüs-Sultâniyyeyi hazırlayarak sultana sunmuştur. Eser sultanın huzurunda okunmuş ve sultan gerek rivayetlerdenn gerekse Süyûtînin bu tavrından dolayı üzülmüştür. Ayrıca bu çalışmada yöneticilerle içli dışlı olmanın sünnete uygun olmadığı Süyûtînin yaşantısından örneklerle gösterilmiş ve bu doğrultuda müellifin siyasi biyografisi inşa edilmiştir. Buna ilaveten risalenin tercümesinin de yapıldığı bu çalışmayla eserin dünya kütüphanelerindeki yazmaları tespit edilip muhtevası ve kaynakları hakkında da bilgi verilmesi amaçlanmıştır.
A. Taha İMAMOĞLU