37

Makaleler

Modern Siyaset Tasavvurunun Paradigmatik Öncülleri

Bugün itibariyle sert eleştirilere maruz kalan modern siyaset tasavvurunun paradigmatik çerçevesi, ana hatlarıyla 17. yüzyılda çizilmiş; ardından gelen dönemlerde pek çok paradigma-içi revizyona uğramış olsa da günümüze değin önce Batı’da sonra da Batı’nın dünya sathındaki genişlemesine paralel bir şekilde, neredeyse bütün toplumlarda ana-akım siyaset anlayışını belirleye gelmiştir. Nitekim bu konuda, günümüzdeki siyasal değerler için kriter kabul edilen 1776 tarihli Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi, 1789 tarihli Amerikan Haklar Beyannamesi ve Fransız İnsan ve Vatandaşlık Hakları Bildirgesi’nin yazarlarının, 17. yüzyılda geliştirilen bireyci tabii hukuk yaklaşımını metinleri için temel referans noktası almış olduklarını hatırlatmak yeterlidir. Bu makalenin amacı, modern siyaset tasavvurunun paradigmatik yapısını yaslandığı öncüller üzerinden yeniden tasvir etmek, böylelikle eleştiri literatürüne çözümleyici bir katkıda bulunmaktır. 17. yüzyıldan itibaren, özellikle Batı’da filizlenmiş ve olgunlaşmış ve birbiriyle rekabet hâlindeki pek çok teorik yaklaşımı yatay kesen bu öncüller siyasal alanın özerkliği, “iyi hayat” idealinin terki, özgürlük ve eşitlik ekseni, tabii hukuk ve tabii haklar nosyonu, bireycilik ve akılcılık şeklinde özetlenebilir.

M. Akif KAYAPINAR
Hulefâ-yi Râşidîn Döneminden Emevîlere Geçişin Siyasi Anlamı: Hilafet-Mülk Tartışması
-Üç Siyer Metni Üzerinden Bir İnceleme

Hulefâ-yi Râşidîn döneminden Emevîlere geçişin siyasi açıdan nasıl anlaşılacağı meselesi İslam tarihinin önemli tartışma konularından birisidir. Bu tartışma aynı zamanda İslam siyaset düşüncesinin nasıl anlaşılacağı meselesine de ışık tutmaktadır. Çalışmamızda bu meseleye dair siyer kitaplarında öne çıkan üç yaklaşım ele alınacaktır. 1. Bu geçişi cumhuriyetten mutlakiyetçi bir rejime dönüşüm şeklinde olumsuz bir değişim olarak yorumlayan modernist daraltıcı yaklaşım (Zekai Konrapa), 2. Bu geçişin asabiyet ile mülke dönüşümün tabii bir sonucu olduğunu ifade eden umrani yaklaşım (Ahmed Cevdet Paşa), 3. Bu dönüşümü temel ilkeler çerçevesinde ele alarak mülke dayalı yönetimin Kur’an’da mutlak olarak kötülenmediğini belirten ilke esaslı yaklaşım (Muhammed Hamidullah).

Hızır Murat KÖSE
Abdurrahman Nureddin Paşa’nın Osmanlı Irak’ına Dair 1880 Tarihli Lâyihası Üzerine

2003’teki Amerikan işgalinin üzerinden 12 yıl geçmesine rağmen Irak hâlâ uluslararası gündemin ilk sıralarında yer almaya devam etmektedir. Siyasi, sosyal ve ekonomik ilişkiler bakımından 19. yüzyıl ile 20. yüzyıl arasındaki derin bağlar hatırlanacak olursa, 19. yüzyıl Irak’ı hakkında yazılmış raporların, günümüz Irak’ının daha iyi anlaşılmasında büyük önem taşıdığı söylenebilir. Lâyihalar, özellikle de 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren, Osmanlı Devleti’nde vilayetler hakkında bilgi veren önemli kaynaklar hâline gelmiştir. II. Abdülhamid’in valilerden istediği lâyihalar çok seyahat etmeyen padişah için önemli bir kaynaktı. Bağdat vilayeti için de birçok lâyiha hazırlanmıştı. Bunlardan birisi de Bağdat Valisi Abdurrahman Nureddin Paşa’nın 1880 senesinde hazırladığı lâyihadır. Lâyihada beş konu üzerinde durulmaktadır: Bunların en önemlisi asayiş ve güvenliğin olmayışıdır. Bu sorun, eğitim, ziraat, zanaat ve ticaretten oluşan diğer dört meseleyi de doğrudan etkilemekteydi. Aşiret yapısının baskın olduğu Bağdat vilayetinde isyan eden aşiretlere karşı şahin bir tavır sergileyen Abdurrahman Nureddin Paşa, askerî konularda- ki zafiyetin sebeplerini saydıktan sonra alınması gereken tedbirleri sıralamaktadır. Ziraat için çok önemli olan nehirleri ve sulama imkânlarını tetkik eden vali sedlerin ıslahına büyük önem atfetmektedir. Hille, Divaniye ve Kurna bölgelerine yapılacak sedlerle verimli sulama yapılabileceğini, dolayısıyla yeni arazilerin ekime açılacağını, tarım ürünlerindeki hâsılatın artacağını, sonuç olarak da seddin inşası için gerekli olan meblağın çok kısa zamanda telafi edilebileceğini ifade etmiştir. Yolların ve ulaşım araçlarının ıslahı da tarım ekonomisinin ağır bastığı vilayetin gelişimi için önemli görülmektedir. Maarif ve zanaatle ilgili olarak da okul müfredatlarının elden geçirilmesi ve insanların maişetine yardımcı olacak zanaat dallarında eğitim ve eğitmen talep edilmektedir. Lâyihada bu konu başlıklarında detaylı bilgiler İstanbul’a rapor edilmişse de lâyihanın yazıldığı dönemin sıcak konularından olan Sünnî-Şiî ilişkileri, Irak’ta tapu dağıtılması gibi konulara değinilmemiş olması da dikkat çekmektedir. Lâyiha Irak’ın siyasi, sosyal ve ekonomik konularına temas eden içeriğiyle Bağdat’ın bugünkü problemlerinin tarihî arkaplanını vermektedir.

Ebubekir CEYLAN
el-Felâsifenin Devrimci Çocuğu İbn Haldun’a Yeniden Bakmak: Mukaddime, İslam Felsefesinde İbn Rüşdcü Bir Kırılma mı?

İbn Haldun İslam düşünce tarihinde birçok ayrı branşta çalışmış ve kafa yormuş, bugün de güncelliğini koruyan ve hâlâ tartışılan önemli bir bilgindir. İslami ilimlerde kıraat, hıfz ve hadis çalışmaları gibi başat temrinlerle birlikte mantık eğitimi de almış, diğer yandan meşşâî filozofları da ciddiyetle çalışmıştır. Ancak filozofların ilm-i ilahisini (metafiziği) reddetse bile kendisi de bir anlamda felsefe yapmış, aynı zamanda onların önemli eserlerine de atıflarda bulunmuştur. Bununla birlikte klasik felsefi ürünleri vermenin dışında bambaşka bir alanda felsefe yaptığını; hikmet ilimlerinden bir ilmin kurucusu olduğunu belirtmiştir. Bu noktada tarih ilmi üzerinden bir dönüşüme neden olmuştur. Bu bağlamda İbn Haldun’un literatürde de tartışmaya neden olan felsefi ekollerle ilgisi, burada özellikle onun Endülüslü meşhur filozof İbn Rüşd’le karşılaştırılması açısından değerlendirilecektir. Ancak bu değerlendirme yapılırken, düşünürün kelâm ve tasavvuf gibi diğer alanlarla ilişkisi ve aynı zamanda felsefi ekoldeki doğrudan argümanları da göz önüne alınarak bütüncül bir değerlendirmeye gidebilmek önem arz etmektedir. Bu açıdan bakıldığında, İbn Rüşd ile ilişkisini doğru okumaya çalışmak, bugünün İbn Rüşd-Gazâlî karşılaştırmasına göre değil, İbn Haldun’un bizzat bu isimlere ne şekilde atıfta bulunduğuna ya da eserinde ne şekilde bir yöntem izlediğine bakılarak yapılabilir. Burada özellikle umranın medenîleşme çizgisine göre oluşturulmuş bir planla ortaya koyduğu Mukaddime’nin o dönemde mevcut ilmî disiplinler hakkında neler söylediği de önemlidir. Böylelikle onun kurmuş olduğunu söylediği hikmet ilimlerinden olan (dolayısıyla felsefeden olan) umran ilmi, bir ekole dâhil edilebilir mi ve edilecek olursa bu tam olarak ne anlama gelecektir? Ya da klasik anlamında bir yerleştirme çabası İbn Haldun için ne derece yerindedir? Bu makalede tartışmak istediğimiz mesele budur.

Cemile BARIŞAN
Bir Tür mü Tarz mı? Klasik Türk Edebiyatında Alegori

Bir şey söylerken başka bir şey kastetmek anlamına gelen alegori Türk edebiyatında pek fazla araştırılmış değildir. Aydınlanma öncesi dönemin başat anlatma biçimi olarak telakki edebileceğimiz alegorik anlatım, klasik edebiyatlar içinde en çok klasik Türk edebiyatında kullanılmıştır. Mecaz ve sembol gibi anlam açısından alegoriyle karıştırılan kimi kavramlar vardır. Dolayısıyla alegorinin kavramsal çerçevesinin açık hâle getirilmesi gerekmektedir. Bu makalenin temel amacı, Türk akademisinde neredeyse hiç ele alınmamış olan alegorinin tür mü, tarz mı olduğu meselesini tartışmaktır. Teşhis, iç çatışma, arayış, zamansal ve mekânsal müphemiyet, tenasüp, çokanlamlılık, metinlerarasılık gibi alegoriyi bir tür olarak düşünmemize olanak sağlayan ortak özelliklerine rağmen konu bütünlüğünden yoksun olduğu için alegorinin bir tarz olarak değerlendirilmesinin daha isabetli olacağı düşünülebilir.

İtikadi Konularda Haber-i Vâhidin Delil Olma Meselesi ve Kevserî’nin Konuya Bakışı

Haber-i vâhidlerin itikadi konularda delil olması öteden beri tartışılan bir konudur. Cumhur ulema geliş yolu itibariyle zannîlik taşıdığından âhâd tarikle gelen hadislerin itikadda delil olmasını doğru bulmamıştır. Ehl-i hadis uleması ise haber-i vâhidlerin hem itikadi hem amelî konularda delil olacağı kanaatindedir. Bir kısım ulema da bazı karinelerle desteklenmiş haber-i vâhidlerin kesinlik taşıyacağını ve dolayısıyla itikadda da delil olabileceğini söylemişlerdir. XX. yüzyılın başlarında Mısır’a yerleşen Osmanlı’nın son Şeyhülislâm vekili Muhammed Zâhid el-Kevserî bulunduğu coğrafyadaki bazı Müslüman aydınların Hz. İsa’nın nüzûlü konusu bağlamında haber-i vâhidin itikadda delil olamayacağını iddia etmelerine karşı çıkmış ve bu konuda kitap ve makaleler yazmıştır. Ona göre haber-i vâhid sübûtu açısından zannî olsa da itikad oluşturmaya yetecek bir bilgi verebilir. Zira inanmak kalbin amelidir. Haber-i vâhid amelî konularda delil sayıldığına göre bu konuda da itibara alınması mümkündür. Ayrıca Buhârî-Müslim tarafından nakledilmiş olmak gibi ilave bir özelliğe sahip haberler de bazı âlimlere göre kesinlik taşımaktadır. Sonuçta Kevserî geçmişte ulemanın itikadi konularla ilgili hadisleri derlemelerini ve akâid-kelâm kitaplarında her türlü hadisi kullanmalarını da delil getirerek haber-i vâhidden itikad oluşturmada yararlanılabileceği kanaatine varmıştır.

Mehmet ÖZŞENEL