"Dîvânın bu sayısı karma bir sayı olarak, bir bilgi ve fikir şöleni olarak hazırlandı. Sizi Hulefâ-yi Râşidîn döneminden Osmanlı Irakına, modern siyaset tasavvurundan alegoriye, İbn Haldundan Muhammed Zahid el-Kevserîye uzanan bir yolculuğa davet ediyoruz."
Bugün itibariyle sert eleştirilere maruz kalan modern siyaset tasavvurunun paradigmatik çerçevesi, ana hatlarıyla 17. yüzyılda çizilmiş; ardından gelen dönemlerde pek çok paradigma-içi revizyona uğramış olsa da günümüze değin önce Batıda sonra da Batının dünya sathındaki genişlemesine paralel bir şekilde, neredeyse bütün toplumlarda ana-akım siyaset anlayışını belirleye gelmiştir. Nitekim bu konuda, günümüzdeki siyasal değerler için kriter kabul edilen 1776 tarihli Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi, 1789 tarihli Amerikan Haklar Beyannamesi ve Fransız İnsan ve Vatandaşlık Hakları Bildirgesinin yazarlarının, 17. yüzyılda geliştirilen bireyci tabii hukuk yaklaşımını metinleri için temel referans noktası almış olduklarını hatırlatmak yeterlidir. Bu makalenin amacı, modern siyaset tasavvurunun paradigmatik yapısını yaslandığı öncüller üzerinden yeniden tasvir etmek, böylelikle eleştiri literatürüne çözümleyici bir katkıda bulunmaktır. 17. yüzyıldan itibaren, özellikle Batıda filizlenmiş ve olgunlaşmış ve birbiriyle rekabet hâlindeki pek çok teorik yaklaşımı yatay kesen bu öncüller siyasal alanın özerkliği, iyi hayat idealinin terki, özgürlük ve eşitlik ekseni, tabii hukuk ve tabii haklar nosyonu, bireycilik ve akılcılık şeklinde özetlenebilir.
M. Akif KAYAPINARHulefâ-yi Râşidîn döneminden Emevîlere geçişin siyasi açıdan nasıl anlaşılacağı meselesi İslam tarihinin önemli tartışma konularından birisidir. Bu tartışma aynı zamanda İslam siyaset düşüncesinin nasıl anlaşılacağı meselesine de ışık tutmaktadır. Çalışmamızda bu meseleye dair siyer kitaplarında öne çıkan üç yaklaşım ele alınacaktır. 1. Bu geçişi cumhuriyetten mutlakiyetçi bir rejime dönüşüm şeklinde olumsuz bir değişim olarak yorumlayan modernist daraltıcı yaklaşım (Zekai Konrapa), 2. Bu geçişin asabiyet ile mülke dönüşümün tabii bir sonucu olduğunu ifade eden umrani yaklaşım (Ahmed Cevdet Paşa), 3. Bu dönüşümü temel ilkeler çerçevesinde ele alarak mülke dayalı yönetimin Kuranda mutlak olarak kötülenmediğini belirten ilke esaslı yaklaşım (Muhammed Hamidullah).
Hızır Murat KÖSE2003teki Amerikan işgalinin üzerinden 12 yıl geçmesine rağmen Irak hâlâ uluslararası gündemin ilk sıralarında yer almaya devam etmektedir. Siyasi, sosyal ve ekonomik ilişkiler bakımından 19. yüzyıl ile 20. yüzyıl arasındaki derin bağlar hatırlanacak olursa, 19. yüzyıl Irakı hakkında yazılmış raporların, günümüz Irakının daha iyi anlaşılmasında büyük önem taşıdığı söylenebilir. Lâyihalar, özellikle de 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren, Osmanlı Devletinde vilayetler hakkında bilgi veren önemli kaynaklar hâline gelmiştir. II. Abdülhamidin valilerden istediği lâyihalar çok seyahat etmeyen padişah için önemli bir kaynaktı. Bağdat vilayeti için de birçok lâyiha hazırlanmıştı. Bunlardan birisi de Bağdat Valisi Abdurrahman Nureddin Paşanın 1880 senesinde hazırladığı lâyihadır. Lâyihada beş konu üzerinde durulmaktadır: Bunların en önemlisi asayiş ve güvenliğin olmayışıdır. Bu sorun, eğitim, ziraat, zanaat ve ticaretten oluşan diğer dört meseleyi de doğrudan etkilemekteydi. Aşiret yapısının baskın olduğu Bağdat vilayetinde isyan eden aşiretlere karşı şahin bir tavır sergileyen Abdurrahman Nureddin Paşa, askerî konularda- ki zafiyetin sebeplerini saydıktan sonra alınması gereken tedbirleri sıralamaktadır. Ziraat için çok önemli olan nehirleri ve sulama imkânlarını tetkik eden vali sedlerin ıslahına büyük önem atfetmektedir. Hille, Divaniye ve Kurna bölgelerine yapılacak sedlerle verimli sulama yapılabileceğini, dolayısıyla yeni arazilerin ekime açılacağını, tarım ürünlerindeki hâsılatın artacağını, sonuç olarak da seddin inşası için gerekli olan meblağın çok kısa zamanda telafi edilebileceğini ifade etmiştir. Yolların ve ulaşım araçlarının ıslahı da tarım ekonomisinin ağır bastığı vilayetin gelişimi için önemli görülmektedir. Maarif ve zanaatle ilgili olarak da okul müfredatlarının elden geçirilmesi ve insanların maişetine yardımcı olacak zanaat dallarında eğitim ve eğitmen talep edilmektedir. Lâyihada bu konu başlıklarında detaylı bilgiler İstanbula rapor edilmişse de lâyihanın yazıldığı dönemin sıcak konularından olan Sünnî-Şiî ilişkileri, Irakta tapu dağıtılması gibi konulara değinilmemiş olması da dikkat çekmektedir. Lâyiha Irakın siyasi, sosyal ve ekonomik konularına temas eden içeriğiyle Bağdatın bugünkü problemlerinin tarihî arkaplanını vermektedir.
Ebubekir CEYLANİbn Haldun İslam düşünce tarihinde birçok ayrı branşta çalışmış ve kafa yormuş, bugün de güncelliğini koruyan ve hâlâ tartışılan önemli bir bilgindir. İslami ilimlerde kıraat, hıfz ve hadis çalışmaları gibi başat temrinlerle birlikte mantık eğitimi de almış, diğer yandan meşşâî filozofları da ciddiyetle çalışmıştır. Ancak filozofların ilm-i ilahisini (metafiziği) reddetse bile kendisi de bir anlamda felsefe yapmış, aynı zamanda onların önemli eserlerine de atıflarda bulunmuştur. Bununla birlikte klasik felsefi ürünleri vermenin dışında bambaşka bir alanda felsefe yaptığını; hikmet ilimlerinden bir ilmin kurucusu olduğunu belirtmiştir. Bu noktada tarih ilmi üzerinden bir dönüşüme neden olmuştur. Bu bağlamda İbn Haldunun literatürde de tartışmaya neden olan felsefi ekollerle ilgisi, burada özellikle onun Endülüslü meşhur filozof İbn Rüşdle karşılaştırılması açısından değerlendirilecektir. Ancak bu değerlendirme yapılırken, düşünürün kelâm ve tasavvuf gibi diğer alanlarla ilişkisi ve aynı zamanda felsefi ekoldeki doğrudan argümanları da göz önüne alınarak bütüncül bir değerlendirmeye gidebilmek önem arz etmektedir. Bu açıdan bakıldığında, İbn Rüşd ile ilişkisini doğru okumaya çalışmak, bugünün İbn Rüşd-Gazâlî karşılaştırmasına göre değil, İbn Haldunun bizzat bu isimlere ne şekilde atıfta bulunduğuna ya da eserinde ne şekilde bir yöntem izlediğine bakılarak yapılabilir. Burada özellikle umranın medenîleşme çizgisine göre oluşturulmuş bir planla ortaya koyduğu Mukaddimenin o dönemde mevcut ilmî disiplinler hakkında neler söylediği de önemlidir. Böylelikle onun kurmuş olduğunu söylediği hikmet ilimlerinden olan (dolayısıyla felsefeden olan) umran ilmi, bir ekole dâhil edilebilir mi ve edilecek olursa bu tam olarak ne anlama gelecektir? Ya da klasik anlamında bir yerleştirme çabası İbn Haldun için ne derece yerindedir? Bu makalede tartışmak istediğimiz mesele budur.
Cemile BARIŞANBir şey söylerken başka bir şey kastetmek anlamına gelen alegori Türk edebiyatında pek fazla araştırılmış değildir. Aydınlanma öncesi dönemin başat anlatma biçimi olarak telakki edebileceğimiz alegorik anlatım, klasik edebiyatlar içinde en çok klasik Türk edebiyatında kullanılmıştır. Mecaz ve sembol gibi anlam açısından alegoriyle karıştırılan kimi kavramlar vardır. Dolayısıyla alegorinin kavramsal çerçevesinin açık hâle getirilmesi gerekmektedir. Bu makalenin temel amacı, Türk akademisinde neredeyse hiç ele alınmamış olan alegorinin tür mü, tarz mı olduğu meselesini tartışmaktır. Teşhis, iç çatışma, arayış, zamansal ve mekânsal müphemiyet, tenasüp, çokanlamlılık, metinlerarasılık gibi alegoriyi bir tür olarak düşünmemize olanak sağlayan ortak özelliklerine rağmen konu bütünlüğünden yoksun olduğu için alegorinin bir tarz olarak değerlendirilmesinin daha isabetli olacağı düşünülebilir.
Haber-i vâhidlerin itikadi konularda delil olması öteden beri tartışılan bir konudur. Cumhur ulema geliş yolu itibariyle zannîlik taşıdığından âhâd tarikle gelen hadislerin itikadda delil olmasını doğru bulmamıştır. Ehl-i hadis uleması ise haber-i vâhidlerin hem itikadi hem amelî konularda delil olacağı kanaatindedir. Bir kısım ulema da bazı karinelerle desteklenmiş haber-i vâhidlerin kesinlik taşıyacağını ve dolayısıyla itikadda da delil olabileceğini söylemişlerdir. XX. yüzyılın başlarında Mısıra yerleşen Osmanlının son Şeyhülislâm vekili Muhammed Zâhid el-Kevserî bulunduğu coğrafyadaki bazı Müslüman aydınların Hz. İsanın nüzûlü konusu bağlamında haber-i vâhidin itikadda delil olamayacağını iddia etmelerine karşı çıkmış ve bu konuda kitap ve makaleler yazmıştır. Ona göre haber-i vâhid sübûtu açısından zannî olsa da itikad oluşturmaya yetecek bir bilgi verebilir. Zira inanmak kalbin amelidir. Haber-i vâhid amelî konularda delil sayıldığına göre bu konuda da itibara alınması mümkündür. Ayrıca Buhârî-Müslim tarafından nakledilmiş olmak gibi ilave bir özelliğe sahip haberler de bazı âlimlere göre kesinlik taşımaktadır. Sonuçta Kevserî geçmişte ulemanın itikadi konularla ilgili hadisleri derlemelerini ve akâid-kelâm kitaplarında her türlü hadisi kullanmalarını da delil getirerek haber-i vâhidden itikad oluşturmada yararlanılabileceği kanaatine varmıştır.
Mehmet ÖZŞENEL