22

Makaleler

Dünya Düzeni ve Vatandaşlık: Ulus-Devletin Ötesinde Yeni İmkânlar

Batı medeniyetinin doğuşunda iki vatandaşlık kavramı görülmektedir: Birincisi Atina'da ortaya çıkmış olup Yunan kökenli, ikincisi ise Kudüs?ten ilham alan Hıristiyan kökenli vatandaşlık kavramıdır. Genellikle Aristoteles'le ilişkilendirilen birinci kavram olan "polites", bir polis'in yahut şehir devletinin üyesi demektir (ve Aristoteles'e göre böyle bir üyelik insanoğlu için 'doğal' ve aslîdir). En iyi bilinen şekliyle St. Augustine tarafından ifade edilen ikinci kavram ise bir üyelik çiftini, yani biri dünyevî (civitas terrena) diğeri ilahî (civitas Dei) olmak üzere iki farklı şehre üyeliği varsaymaktadır. Bütün Batı medeniyeti tarihi aslında Atina ile Kudüs arasındaki anlaşmazlığı ızhar etmektedir. Bu kurucu kavramsallaştırmada da açık olarak görüldüğü üzere vatandaşlık sadece formel ve hukukî bir statü değil, daha derin bir boyuta yani insan olmanın ve diğer insanlarla beraberce ve insanlığımıza yakışır biçimde yaşamının ne anlama geldiğine işaret eder. Batı modernliği bağlamında Atina ve Kudüs mirası sıklıkla unutulur ya da bir kenara itilir; fakat bunun da bir bedeli vardır. Modern liberalizm şemsiyesi altında vatandaşlık, daha derin bir bağlılığı dışlayan, formel-yasal bir sözleşme şeklinde tasvir edilmiştir. Fakat kapı dışarı edilen medenî bağlar, milliyetçilikler ve etnik ve dinî kimlikler şeklinde ters teperek arka kapıdan içeri girmiştir. Hukukî şekilcilik ile tikelci kimliklerin bileşimi, tam da modern ulus-devletin merkezinde yer alan bir bileşimdir. Bu makalede, modern ulus-devlette vatandaşlığı ve onu aşabilecek yolları üç aşamada ele alacağım. Öncelikle modern telakkinin ortaya çıkışının izini sürdükten sonra ulus-devlet vatandaşlığını dört bir yandan kuşatan teorik tereddütleri ve zıtlıkları değerlendireceğim. Sonuç kısmında bir dizi ulus-aşırı ya da küresel tercihleri ele alacak ve bunun için hem (kozmopolis olarak yeniden biçimlendirilmiş bir) Aristotelesçi adil toplum anlayışına hem de St. Augustine'in 'göç şehri' hakkındaki düşüncelerine müracaat edeceğim.

Fred DALLMAYR
"Aydınlanma Zihniyeti"nin Ötesi: Antropokozmik Bir Bakış Açısı

Aydınlanma, Batı'da 18. yüzyıldan itibaren ortaya çıkan bir kültürel hareket, henüz tam anlamıyla tahakkuk etmemiş bir insanlık ideali, ya da tüm dünyada, özellikle de Kültürel Çin'de modernist davranış kalıplarının bir zihniyet karakteri olarak algılanabilir. Bu çalışmanın odağı, dünya tarihinde gelmiş geçmiş muhtemelen en güçlü ideoloji olan Aydınlanma zihniyetidir. Tarihsel ve karşılaştırmalı bir medeniyet perspektifi içinde Aydınlanma zihniyetinin ötesine geçmenin en kesin yolu, insan toplumlarında mevcut olan tüm manevî kaynaklara dokunmaktır; böylece bir hareket, ideal ve akıl olarak Aydınlanmanın özgürleştirici fikirleri ve pratiklerini kaybetmeksizin insan merkezciliğini, araçsal aklı ve saldırgan bireyciliği aşabilecek hümanist bir vizyon formüle edilebilir. Bu noktada Konfüçyen hümanizmin sunduğu antropokozmik perspektif, tarihsel olarak önemlidir; zira kültürel çeşitlilik hakikati içinde evrensel etik ideale hitap etmektedir.

TU WEIMING
Emperyalizm Karşıtı Bir İmparatorluk: Osmanlı Tecrübesi Işığında 19. Yüzyıl Dünya Düzeni

Osmanlı elitlerinin, köklü ve uzun bir tarihe sahip "Hıristiyan" ve "beyaz ırk" olmayan bir imparatorluğu, koruyup, dönüştürüp ve nihayetinde sona erdirme tecrübeleri, uzun on dokuzuncu yüzyıl boyunca hâkim imparatorluk uygulamaları ve meşruiyeti konusunda önemli dersler içermektedir. Zira on dokuzuncu yüzyıldan önce de Osmanlı İmparatorluğu çok dinli ve çok kültürlüdilli bir tebaaya hükmetme konusunda önemli bir tecrübe hazinesine sahipti. Ancak, 1815'teki Viyana Kongresini takip eden yirmi beş yıl içerisinde, Osmanlı seçkinleri yönettikleri imparatorluğu, Avrupa merkezli yeni bir dünya düzenine üyeliğin gerekleri olarak algıladıkları bir dizi iktidar ve meşruiyet pratiklerine göre yeniden şekillendirdiler. Bu yeni uygulamalar, Osmanlı İmparatorluğu'nun, bir yüzyıl daha imparatorluklar ailesi içinde hayatiyetini sürdürmesini mümkün kılmakla beraber, Osmanlı elitleri her türlü 'medenileştirici' reformlarına rağmen, Müslüman kimlikleri sebebiyle Avrupa'daki imparatorluklar ailesinden dışlandıklarını fark ettiler. Bu durum, onları üyesi olmak istedikleri Avrupamerkezli emperyal düzeninin Hıristiyan ve beyaz ırk kimliği üzerine ciddi gözlemler yapmaya itti. Özellikle Mısır ve Tunus'un işgali sonrası gelişen, daha saldırgan ve daha Müslüman karşıtı emperyal söylemler ve ideolojiler karşısında, Müslüman Osmanlı elitleri kendilerini zamanla sömürge altında yaşayan antiemperyalist aydınların fikirleri ve global bilinciyle özdeşleştirir hale gelmiştir. Böylece, asıl hedefleri son Müslüman imparatorluğu olarak gördükleri Osmanlı'yı korumak olan realist Osmanlı eliti, ironik olarak bunun için rakip imparatorlukların gücünü zayıflatacağını düşündükleri sömürge karşıtı Pan-İslamik projeleri bir alternatif olarak görmeye başlayacaklardır.

Cemil AYDIN
Allah'ın Halifesi, Dünyanın Kadısı: Bir Dünya İmparatorluğu Olarak Hilafet

İslam'ın siyasî yükselişi oldukça hızlıydı. Hz. Peygamber'in vefatından sadece bir yüzyıl sonra hilafet, İspanya'nın Atlantik kıyılarından İndus Nehri'ne kadar uzanmıştı. Hilafetin hak iddia ettiği bu toprakların çoğunda daha önceleri Achaemenid ve Roma imparatorlukları da hüküm sürmüştü. Ancak Hilafetin eşi görülmemiş başarısı ise İslamî tevhit inancı temelinde siyasî bir imparatorluk kültürü yaratabilmesiydi. Hilafet, insanlık tarihinde ilk defa İbrahimî ve Zerdüştî tek tanrıcılığın evrensel bir siyasî pratiğini tahakkuk ettirmiştir. Fethettiği bölgelerdeki geçmiş mirasları kendi sosyal ve siyasî sahasına katmış ve fetihlerin ardından barışçıl araçlar yoluyla eski dünyanın çoğu üzerinde bunların yaygınlaşmasını sağlamıştır: Tedricî ihtida, ticarî ilişkiler, tebliğ faaliyeti ve entelektüel alışveriş kadim miraslariın eski dünyada dağılımını sağlamıştır. Bu tek tanrılı siyasî kültür, camiler, vakıflar ve medreseler gibi uzun soluklu sosyal müesseselerin meydana gelmesine ilham kaynaklığı etmiş ve bu müesseseler, İslamî dindarlığın farklı dereceleri ile toplumsal hayatta ümmetin mühim merkezî rolüne dayanan ortak bir kimlik algısının devamını sağlamıştır. Bölgesel sınırlamaların ötesine geçen ve daha açık şekilde İslam hukuku ve siyasî düşüncede ortaya çıkan evrensel söylem sadece hilafetin yıkılmasından sonra sosyal bağların ve birlik hissinin sürdürülmesine yardım etmemiş, aynı zamanda yenilenmiş evrensel emellere de imkân hazırlamıştır. Selçuklular, Moğollar ve Osmanlılar gibi yeni siyasî güçler, farklı kültürel ortamlara uyum sağladığı ispat edilen evrensel ideallerden ilhamını almış ve bunlar tarafından harekete geçirilmişlerdi. Sonuç olarak bu yeni hanedanlar İslam'ın manevî boyutunun himayesi altında güçlü ve evrensel yönetim biçimleri oluşturmuşlardır.

Hayrettin YÜCESOY
Kaotik Bilgiden Senkronik Bilgiye Bir İktisat Tarihi Teorisyeni: Mehmet Genç

Bu makale, akademik çalışmalarıyla Osmanlı iktisat tarihi alanına paha biçilmez katkılarda bulunan Mehmet Genç'in zihin dünyasını takip etmek suretiyle bilimsel serüvenini ve ulaştığı sonuçları bir bütün olarak ortaya koyup tahlil etmeyi amaçlamaktadır. Makale, okuyucuya Genç'in kısa hayat hikayesini sunduktan sonra, bilim, iktisat, tarih, iktisat tarihi tasavvurunu, çalışmaları boyunca kullandığı metodolojiyi ve çalışmalarının neticesinde ulaştığı sonuçları gözler önüne sermeye çalışacaktır. Sonuç bölümü, Mehmet Genç'in bulgularının tasnifi ve gelişimine tahsis edilmiştir. Bu makalenin yazarının Genç'in akademik çalışmalarıyla ilgili ulaştığı öncelikli şahsî bulgular, Genç tarafından Osmanlı iktisadına dair çizilen robot resmin farz edildiğinden daha kapsamlı olduğu, Osmanlı araştırmalarında kullanılan metodolojinin değiştirilmesi gerektiği, geleneksel önyargılı yaklaşımların terk edilmesinin lüzumu ve Osmanlı iktisat tarihi hakkında yapılacak keşiflerin çok boyutlu olmasının zorunlu oluşu etrafında yoğunlaşmaktadır.

Abdullah Mesud KÜÇÜKKALAY