Dîvânın 33. sayısında fıkıh ve İslam felsefesi ağırlıklı bir muhteva ile huzurunuzdayız. Bu sayımızda yazılarımız başlıca iki ağırlık noktası etrafında temerküz etti: ilmihâl kavramı ve fıkıh usulü.
Genellikle meşhur bir Şâfiî fakihi ve mantıkçı oluşuyla ön plana çıkan Sirâceddin el-Urmevî, hayatının önemli bir bölümünü Eyyûbîler dönemi Kahiresinde geçirmiş ve 655/1257de Konyaya gelerek vefatına kadar burada başkadı olarak görev yapmıştır. İbn Sînâ (ö. 428/1037) ve Gazzâlî (ö. 505/1111) sonrasında Fahreddin er-Râzî (ö. 606/1210) tarafından temel çerçevesi oluşturulan müteahhirûn dönemi düşüncesinin önemli bir temsilcisi olan Urmevînin felsefî olarak iki isimden doğrudan etkilendiği bilinmektedir: Hocası Kemâleddin b. Yûnus (ö. 639/1241) ve meslektaşı/dostu Efdaluddin el-Hûnecî (ö. 646/1249). Urmevînin felsefî görüşlerini tespit noktasında başvurulabilecek başlıca eserlerinden biri, Anadolu Selçuklu Sultanı II. İzzeddin Keykâvûsa (slt. 1246-1257) ithaf ettiği ve Farsça olarak kaleme aldığı Letâifül-hikmedir. Urmevî tarafından Fahreddin er-Râzînin yarım kalan el-Letâifül-gıyâsiyye adlı eserinden hareketle telif edilmiş olan ve az sayıda otobiyografik malumat da içeren bu eser, hikmet-i ilmî ve hikmet-i amelî şeklinde iki ana bölümden oluşsa da mahiyeti itibariyle kelam ve felsefenin bir tür karışımından meydana gelmiş yeni bir türü temsil etmektedir. Bu makalede Letâifül-hikme merkeze alınarak Urmevînin felsefî birikimi ve görüşleri, tevârüs ettiği gelenek çerçevesinde tahlil edilmeye çalışılacaktır
M. Cüneyt KAYABu çalışma Şah Veliyyullah Dihlevî sonrasında Hind alt kıtasının yaşadığı entelektüel dönüşümü ele almakta, özellikle ictihad kavramı çerçevesinde klasik dünyaya bütünüyle yabancı bir anlayışa sahip olan Muhammed İkbalin görüşlerine odaklanmaktadır. Alt kıtada Seyyid Ahmed Handan İkbale kadar bir dizi müellif tarafından ictihad ve taklid kavramlarının neredeyse bütünüyle fıkıh ilmi dışında bir bağlamda tartışıldığının gösterilmeye çalışıldığı makalede ayrıca Dihlevînin takipçisi olarak nitelenen bazı âlimlerin, yaşadıkları dönemde geliştirilen bu farklı ictihad anlayışına karşı tepkileri de ele alınmaktadır. Böylece klasik dünyaya ait kimi tasnif ve kavramların modernleşme süreciyle birlikte içeriklerinin değişime uğradığı, ictihad ve taklid kavramları merkeze alınarak gösterilmeye çalışılmaktadır.
Özgür KAVAKİctihad, yaşanan olaylara şerî çözümler bulmanın canlı bir yolu olduğundan herhangi bir zaman diliminin müctehidsiz kalmasının caiz olup olmadığı ve ictihad kapısının kapanıp kapanmadığı gibi tartışmalar fıkıh tarihi boyunca canlılığını hep sürdürmüştür. Bu makalede, ilk olarak, ahkâm-ı sultaniye türü bir eser olan Cüveynînin el-Gıyâsîsi çerçevesinde, sahabeden itibaren şerî hükümleri temel kaynaklardan elde ederek insanlara anlatan fakihlerin farklı dönemlerdeki özellikleri, fukaha arasındaki devamlılık, önceki fukahanın görüşlerinin sonrakilerce anlaşılıp benimsenmesi, zamanın değişmesiyle ortaya çıkan yeni meselelerin nasıl hükme bağlanacağı gibi konular ele alınacak, ardından ictihad ehliyetini haiz müftilerin ve mezhep görüşlerini aktaracak insanların ortadan kalkması ve nihayetinde dinî hükümlerin bütünüyle bilinemez hale gelmesi durumunda takip edilmesi gereken usule dair Cüveynînin önerileri incelenecektir.
Sami ERDEMElfaz bahisleri, nassları anlama ve yorumlamada ihtiyaç duyulan kuralları ihtiva etmesi dolayısıyla gerek Hanefî gerek mütekellimîn fıkıh usulü literatürünün önemli bahislerinden biridir. Hanefî usul literatüründe lafızları ilk defa tasnif eden usul bilgini Debûsîdir. Serahsî tarafından da sürdürülen bu taksim için, Fahrulislam el-Pezdevî tarafından bir üst kategori oluşturulmuş ve şerî delillerden ilki olan Kitap başlığının altında incelenmiştir. Ayrıca öncesinde bağımsız başlıklarda ele alınıp incelenen bazı konular lafızlar taksiminin içine alınmıştır. Diğer yandan Pezdevî, tafsilata girmeden lafız taksimlerini tanım düzeyinde zikredip her biri hakkında bir tasavvur oluşturmuş ve ardından her bir kısmın problematiğini ele almıştır. Pezdevî tarafından son şekli verilen bu taksim, geç dönem usulcüleri tarafından genel bir kabul görmüş ve detayda bazı farklılıklarla birlikte günümüze kadar korunmuştur. Ancak bu tasnifte mantıksal taksim kriterleri açısından eleştiriye açık yönler de bulunmaktadır. Nitekim Abdülaziz el-Buhârî, İbnül-Hümâm, Sadruş-şeria ve Teftâzânî gibi bazı usulcüler bunların bir kısmına işaret etmişlerdir. Makalede bu eleştiriler üzerinde durulmuş ve taksimin mantıksal açıdan daha tutarlı hâle gelebilmesi için bir kısmı klasik dönem usulcülerine, bir kısmı da şahsımıza ait olan bazı önerilerde bulunulmuştur.
Osman GÜMANHanefî mezhebinin furu konusundaki en önemli ve kapsamlı kaynaklarından birini teşkil eden Mebsûtun müellifi Serahsî, kitabına mukaddime olarak kaleme aldığı Usûlünde mezhebin fıkıh usulüne dair görüşleri meyanında sünnet ve hadise bakışını da detaylandırıp sistematize etmiştir. Serahsîye göre sünnet Hz. Peygamberin ve sahabenin dinde takip ettiği yoldur. Edille-i şeriyyenin ikincisini teşkil eden sünnet ona göre mütevatir ve meşhur tarikle gelen hadislerden oluşmakta ve kesin veya kesine yakın bir bilgi vermektedir. Haber-i vahidler ise Kuran ve sünnet gibi kesinlik taşıyan delillerle uyumlu olduğu takdirde, zannilik taşımakla birlikte söz konusu sünnet kapsamına girmekte, aksi takdirde garib/şaz sayılıp itibara alınmamaktadır. Serahsînin ravide bulunması gereken şartlar konusundaki görüşleri genel olarak hadis usulü ile paralellik arz eder. Farklılık daha ziyade ravide fıkıh özelliğinin öne çıkarılmasında ve bu şartların zahirî ve batıni şeklinde ikiye ayrılmasında kendini gösterir. Serahsî ayrıca hadisteki inkıtaı da sureten ve manen olmak üzere iki kısımda mütalaa ederek zahir-batın ayrımını bu konuda da sürdürmüştür. Ona göre hadisin mürsel olması suri inkıta, Kuran ve sünnet gibi delillere aykırı olması manevi inkıtadır. Sonuçta Serahsînin sünnete bakışında fıkıh merkezli bir yaklaşımın hakim olduğunu ve hadis rivayeti ile ilgili konularda Hanefî mezhebinin görüşlerini yansıtan kendine has bir dil, kavramlaştırma ve metodoloji takip ettiğini söylemek mümkündür.
Mehmet ÖZŞENELUsul-i fıkıh literatürü ilk dönemi itibarıyla fukaha ve mütekellimîn yöntemi olmak üzere iki tür yazım yöntemine sahiptir. Fukaha yöntemi genellikle Hanefîlere nispetle anılır ve usul ilminde furû meselelere çokça yer vermekle bilinir. Buna karşılık mütekellimîn yöntemi çoğunlukla Şâfiî müelliflere nispet edilir ve furû meselelere çok az yer vermekle bilinir. Bu iki metodun furû fıkıh literatürüne de aynı şekilde etki edip etmediğinin tespiti gerekmektedir. İşte biz bu makalemizde furû literatüründe usul kurallarına ne derece yer verildiğini Şâfiî mezhebinde Nevevînin el-Minhâc metnine şerh olarak yazılmış meşhur üç eser üzerinden incelemeye çalıştık.
Soner DUMANArap vilayetlerindeki hâkimiyetinin sona erdiği tarih olan 1918 senesi sonrasında Türk-Arap ilişkilerinde Osmanlıcılık ideolojisinin etkisi, konu ile ilgili akademisyenlerin çoğunlukla ihmal ettikleri bir konudur. Türk-Arap ilişkileri sahasına dâhil edilebilecek konular üzerine yapılan akademik çalışmalar, Osmanlıcılık ideolojisinin seyrini ekseriyetle Osmanlı Devletinin Arap topraklarındaki hâkimiyetinin sona erdiği döneme kadar ele almakta, Osmanlı idaresinin bittiği dönem ile Hilafetin kaldırılmasına kadar geçen süre zarfındaki ilişkileri bu ideolojinin etkileri çerçevesinde inceleme konusu yapmamaktadırlar. Bu çalışmada Osmanlıcılık ideolojisinin söz konusu seyri ve etkileri, 1918 sonrası Türk-Arap ilişkileri, Türkiye-Suriye örneğinden hareketle, imzalanan anlaşmalar ve hayata geçirilmesi planlanan projeler çerçevesinde değerlendirilmeye çalışılmıştır. Aynı şekilde, Suriye merkez olmak üzere 1918 yılından itibaren Türkler ile Araplar arasındaki iş birliği çabaları ve bu çabalarda Osmanlı Devleti ve Hilafetinin sahip olduğu önemli mevkie de değinilmeye çalışılmıştır.
M. Talha ÇİÇEKBu çalışmada Hanefî mezhebine müntesip bir fakih olan Saîd b. İsmail el-Aksarayînin Siyâsetüd-dünyâ ved-dîn (Din ve dünya siyaseti) başlıklı yazma eserinin tanıtılması hedeflenmiştir. İslam siyaset düşüncesinin fıkıh ilmiyle irtibatını belirleme açısından önem arz eden bu eser, bu yönüyle bir nevi ahkâm-ı sultaniye eseri olarak değerlendirilebilir. Zira eserde itikad, ibadet ve devlet idaresiyle ilgili konular aynı kavramsal çerçeve dâhilinde ve bir arada ele alınmaktadır. Müellifin önceliği ise Müslümanları yönetmeye talip olan kişilerin muktezasınca amel edecekleri bir el kitabı hazırlamaktır.
Özgür KAVAKBireyin tanımı problemi, bireyin nasıl anlamlandırıldığına bağlı olarak, önümüze çeşitli felsefî meseleler çıkarmaktadır. Bunların tümü, kökeni Platon ve Aristotelese uzanan tümeller sorunu ile ilişkilidir. Esasen bu konu etrafında, hem ontolojik hem de epistemolojik bağlamda çeşitli tartışmalar yapılmıştır. İslam düşünce tarihi açısından, her biri kendine özgü yorum ve konuma sahip iki önemli isim İbn Rüşd (1126-1198) ve İbn Teymiyye (1263-1328), tümel-tikel ilişkisi problemi hakkında, kuşkusuz farklı temeller üzerinde yükselen fikirlere sahiptir. Bu iki düşünürden İbn Rüşd, Aristotelesçi felsefenin tüm zamanlardaki en büyük isimlerinden biridir kuşkusuz; Selefîliğin önde gelen şahsiyetlerinden biri olan İbn Teymiyye ise bizzat felsefî düşünceyi inceleyerek felsefeye karşı şiddetli eleştiriler yöneltmiştir. Bireyin tanımlanması, yalnız kendisi ile özdeş olan bireyi bir tümel olarak kavramak anlamına geleceği için, kendi içinde bir paradoks oluşturmaz mı? İbn Rüşd, bu sorunu tartışmakta ve varolma-varolmama analizi ile bir çözüm üretmeye çalışmaktadır. İbn Teymiyye ise, Aristotelyen ontolojiyi eleştirerek, doğrudan doğruya mahiyet kavramına dayanan tümel-tikel çözümlemesine ve dolayısıyla Meşşai tanım teorisine hücum etmektedir. Sonuç itibariyle İbn Rüşd, bu orijinal problem hakkındaki analiziyle, özgün bir konseptüalizmin ve İbn Teymiyye ise yine özgün bir nominalizmin ipuçlarını ortaya koymaktadırlar. Elbette her iki düşünürün temel endişelerinde, bir ortaklık mevcuttur: en doğru bilgiye ulaşma metodunu saptamak. Mamafih İbn Rüşdün varlık tasavvuru ile İbn Teymiyyenin varlık tasavvuru arasındaki yapısal farklar, onların epistemik kavrayışlarını da etkilemiş ve başkalaştırmıştır. İbn Rüşd, bilimsel bilgi için zemin oluşturacak zorunlu bilginin peşindedir ve bu yüzden, tıpkı Aristoteles gibi, varoluş içindeki zorunluluklara odaklanmaktadır. İşte bu yüzden, bireyin tanımlanabilirliğinin kesin biçimde gösterilmesi, ontolojik ve epistemik açıdan büyük önem taşımaktadır. İbn Teymiyye ise bir şekilde kendinde zorunluluk ifade ettiğini düşündüğü ve Aristotelesçi tanım teorisinin merkezini oluşturan özsellik ve mahiyet kavramlarına şiddetle karşı çıkmaktadır. İşte bu noktada İbn Teymiyye, bireyin tanımlanabilirliği problemini, tikel-tümel ilişkisi bağlamında eleştiriye tâbi tutarak, kendisi ile özdeş olan bireyin varlığı ile bireyin özünü meydana getiren ve esasen tanımın elde etmeyi amaçladığı mahiyeti arasındaki bağı tartışmaktadır.
Mehmet BİRGÜL